Patlayan flaşlardan sonra, lensine düşen birkaç damla nedeniyle fotoğrafını çektiği kara bulutların daha fazla dayanamayacağını anlamıştı yaşlı adam. Makinesinin lens kapağını kapatırken yağmur damlaları hızlanmıştı fakat hemen arkasından birisi şemsiyesinin altına almıştı onu. Şaşkınlıkla şemsiyeye bakarken yavaşça arkasını döndüğünde tanıdık genç yüzle karşılaştı. Jisung önünde saygıyla eğilirken buruk bir gülümseme sermişti dudaklarına."Krema, şeker?"
"Hayır, teşekkür ederim."
Adam elindeki kavanozları masasına bırakırken pencereden dışarıyı izleyen Jisung'un yanına adımladı. Yağmur birkaç dakika içinde neredeyse fırtınaya dönmüştü ve şu an Jisung'un baktığı pencere bile bardaktan boşalırcasına yağan yağmurla yıkanıyordu.
Adam yanına gelip pencerenin arkasını süzmeye başladığında Jisung oradan ayrılmış, adamın kahvesini koyduğu masaya geçmişti. Albüm oradaydı. Birkaç sayfasına bakıp iç geçirirken merakına yenik düşmeyi kabul etti.
"Her gün çekiyorsunuz değil mi? Bu fotoğrafları yani."
"2003'te bir tayfun kopmuştu, hatırlıyor musun?"
Jisung o zamanlar oldukça küçüktü fakat gençliğine kadar konuşulan bir tayfun olduğundan az çok biliyordu.
"Kısmen."
"O tayfunda bir arkadaşım ölmüştü. O zamanlarda da çekiyordum. Ne olursa olsun o fotoğrafları hep çektim ben. Onları yalnızca olduğu gibi çektim."
Adam aklına gelen iyi kötü anıları aklındaki süzgeçten geçirirken pencerenin pervazında gezdiriyordu parmağını. Aynını yapan Jisung'un parmakları tek farkla albümün üzerindeydi.
Bir süre sessizlik oldu. Adamın söylediklerine söyleyecek bir şeyi yoktu fakat içini tırmalayan düşünceleri açığa çıkarabilirdi en azından.
"Ben.. geçen sefer için özür dilerim."
Jisung sandalyesinde saygıyla eğildikten sonra ellerini birbirine geçirdi büyük bir mahcubiyetle. Adam bu manzara karşısında gülümsemişti ona.
"Olaydan sonra dışarıya çıktım. Sahiden.. gerçek olduğunu sanmıştım."
"Çok kızdınız, öyle değil mi?"
"Kızmadım." Jisung avuç içlerini tırnaklarken adamın yüzündeki mimikler ve cümlelerindeki samimiyet resmen hiçbir şey yaşanmamış gibi gösteriyordu kendini. "Bir yetişkin olabilmek için bu tür şeylerle yüzleşmelisin."
Pencerenin önündeki koltuğa oturduğunda genişçe gülümsedi, hem bu gülümseme hem de söyledikleri Jisung'u biraz olsun rahatlatmış gibiydi.
"Siz ikiniz fena kapıştınız."
"Ah.. evet." Jisung buruk gülümsemesiyle başını öne eğebilmişti sadece.
"Kim haklı, kim değil diye çok uzun süre düşündüm. Kendi kendime 'onlara inansaydım mutlu olur muydum?' gibi sorular sordum. Hâlâ burada," cümlesini yarıda kesip göğsünün üzerinden kalbine vurdu birkaç defa. "Derinlerde bir yerlerde, oğlumun düşünceleri.. Minho'nun dediği gibi insanları yalan söyleyerek rahatlatmak iyi mi bilmiyorum."
Cesaretini toplayıp başını kaldıran Jisung güçlükle birkaç kelimeyi bir araya getirebilmişti sonunda. "Size söylemeseydik hiçbir zaman öğrenemeyecektiniz."
Adam ayağa kalktığında önce Jisung'un oturduğu masaya yaklaşmıştı. "Ama söylediniz ve yakayı ele verdiniz. Bunun hakkında düşündüm." İlerleyip yine pencerenin önüne gitmişti. "Daha önce hiçbir zaman düşüncelerimi böyle toplayamamıştım. Sanırım artık yapsam iyi olacak." Derin bir nefes aldı ve kalçasını pencerenin mermerine yasladı adam.
"Olanları gördükten sonra, siz ikiniz kavga ederken 'benim için kavga ediyorlar' diye düşündüm. Benim için.. Kızmak yerine minnettar oldum. Beni asıl şaşırtan şey, gökyüzü oldu."
Jisung az önce duydukları yüzünden gülümserken adam cümlelerine devam ettikçe merak seviyesi artmıştı yine. "Gökyüzü mü?"
"Evet, gökyüzü. Hayatımın geri kalanında fotoğraf çekmeye devam edersem oğlum beni affeder diye düşünürdüm. Bunun beni oğlumla yaklaştıracağına inandım. Fotoğraf çekmenin bahanesi olarak da bunu kullandım. Ama şimdi her şey değişti. Seninle konuştuktan sonra kendimi hafiflemiş hissettim. Sanıyorum, hayatım artık bambaşka. Teşekkür ederim Jisung."
Gerginlikle birbirine girmiş parmakları mahcubiyetinin etkisiyle garip hareketler yapıp iyice birbirine dolanmıştı Jisung'un. Gülümseyerek başını sallarken karşısındaki adamın söylediği gibi kendisi de hafiflemiş hissediyordu.
Adam yanına gelip gülüşüne eşlik ederken iki elini masaya koyup karşısından ona doğru eğilmişti. "Minho ve sen barışabildiniz mi?"
Minho ve sen.
Adını duyduğunda kalbinde hissettiği sızıyı bastırmaya çalışırken ellerini ayırıp oturduğu sandalyenin iki yanını kavramıştı Jisung.
"Ah, hayır." Çekingence kurduğu cümlenin ardından kavradığı sandalyeyi tırnaklamaya başlamıştı fakat bunun farkında bile değildi. "Olaydan sonra bir daha bir araya gelmedik."
"Gerçekten mi? Minho buraya geldi."
"Buraya mı?" Jisung'un yüzündeki zoraki gülümseme silinmeye başlamıştı bile.
"Buralardan gideceğini söyledi, sanırım başka bir ülkeye gidecek."
"Ne?"
İşte o sızıyı tekrar hissediyordu Jisung. Tam kalbinde.
"Yine bana uğramasını söyledim, ama buradan çok uzaklara gideceğini söyledi. Bu yüzden artık beni görmeye gelemeyecekmiş."
"Üzgünüm ama," Jisung sersemlemiş bir şekilde sandalyesinden kalkarken adamın önünde saygıyla eğilmeden önce tekrar mırıldanmıştı. "Sanırım şimdi gitsem iyi olacak."
Ardından hızla ilerleyip arka kapıyı açmıştı. Unuttuğu iki şey vardı: deli gibi yağan yağmur ve içerideki askıda kalan şemsiyesi.
Yine de, ne önemi vardı ki?
7.08
ŞİMDİ OKUDUĞUN
haven's postman│minsung
Fanfic"Ne yani, bir insan değil misin? Cennete giden postaları teslim ediyorsun, öyle mi?" "Onun gibi bir şey." "Ama seni görebiliyorum." "Sadece keder içinde olan, bununla başa çıkamayan insanlara görünürüm ben. Eğer ölen yakını için hissettiği acı azalı...