Cehennemi görüp taşlaştığına inanılan birçok heykel, bu ıssız ve insanlığın unuttuğu küçük şehrin her bir tarafına sırayla dizilmiş; geceleri yanından geçerken size cehennemin sonsuz azabını anlatmak ve uyarmak için orada dururdu. Bir bakışın bile böylesine acımasızca taştaştıran gücün insan vücuduna yapacağı şeyleri akıl almazdı.
Tabi eğer inanırsanız.
Soğuk havanın çıplak ellerimi iyice çatlatmasına bir son vermek istediğim için ellerimi ceplerime koydum ve başımı kırmızı atkıma daha fazla gömerek tüm bu heykel saçmalığına göz devirdim. Eğer gerçekten bir cehennem varsa, beni aralarında yaşamak istediğim insanlardan kurtararak kendini bana inandırabilirdi.
Tabi eğer varsa.
Barın arkasında kalan sokağa çöp, kusmuk ve idrar kokusu hakimdi. Duvarlar kirden ve idrardan aşınmış, sararmış, küflenmişti. Nefesimi bu toz ve demir yığını binaların arasında yürümeyi bırakana kadar tutarak kendimi barın arka kapısından içeri attım. Binaların ve sokakların arasına saklanmış küçük, yıkık dökük bir yerdi burası. Bu kadar kalabalık olmasının tek bir nedeni vardı: Her pazar dağıtılan bedava bira.
"Nerelerdeydin?" Jen, elini sildiği bezi beni görmesiyle kenara bıraktı ve kulağının arkasında duran sigarayı alıp ucunu yaktı. Arka kapı direkt mutfak kısmına açılıyordu. "Son anda işim çıktı."
"Hyun-suk öfkeden ağzından köpükler çıkartıyordu, gözüne görünmesen iyi olur." sigarayı ağzına koyarak yapış yapış olan yere düşmüş bir önlüğü bana fırlattığında önlüğü havada yakaladım, montumla atkımı çıkartıp askıya astıktan sonra üzerime giydim. "Çok mu kalabalık?"
Bana inanamıyormuş gibi baktı. "Yerimi Lalisa'ya satmak için bir servet ödedim Chae. Hızlı ol da ben sigaramı içerken açığımı kapat." Jennie kahve, parlak ve uzun saçları olan oldukça güzel bir kızdı. Kediye benzeyen gözleriyle tek bir bakış atması yeterli olurdu sizi kendine aşık etmesi için. Belki de bu umursamazlığına rağmen hala daha postalanmamasının nedenlerinden biri de buydu. Şahsen haftalık parayı bile aylarca bekleten bir ayıdan bahsediyorduk. Bir anlık nefes alma molasına bile iznimiz yoktu neredeyse.
Kirli paspas, bozulmuş yemek ve alkol kokmuş mutfaktan kendimi hızlıca ana bölüme attım ama mutfağın kokusunu kesinlikle tercih ederdim.
Ter, alkol, sigara ve daha çok ter.
Bu insanlar duş nedir bilmez miydi?
Jisoo kenarda bir adamın boşalmış bardağına fıçıdan bira doldururken Yeri elindeki bezle içmekten kusan adamın kusmuğunu tezgahtan temizliyordu. Bileğimdeki tokayla saçlarımı gelişi güzel toplarken yere düşüp kırılan cam kırıklarını ayağımla kenara iterek boşta kalan yere ilerlemeye başladım. Büyük ihtimalle burayla Jennie'nin ilgilenmesi gerekiyordu. Ama kendisi şu anda sigara içmekle oldukça meşguldü. Ben de bir tane yakabilseydim hiç fena olmazdı ama geç kalmışken bir de üstüne işten kaytaramazdım. Boş bardakları tezgahın arkasına koyduktan sonra bezle yıkanıp - daha çok öylesine su altına tutuluyordu - getirilen bardakları durulamaya başladım.
"Selam." önümdeki silüete bakmak için başımı kaldırmadım. "Selam."
İyice duruladığım bardakları sırayla diğerlerinin yanına dizmeye başladım. "Pek pas vermiyorsun galiba?"
"Öyle galiba." eğlenmekten yoksun bir gülüşü ona sunarken başımı da kaldırıp karşımdaki kişinin gözlerine baktım. "Ne istiyorsun?"
"Viski." karşımdaki çocuğun simsiyah saçları yanında simsiyah gözleri vardı. Üzerine bu sıcağa rağmen deri ceket giymiş, kıyafetinin diğer parçaları da saçları ve gözleri gibi siyahtı. Onun o kemikli yüzüne ve kendinden emin bakışlarına bakarken alayla gülmekten kendimi alamadım.
Viskisini bardağa doldurup tezgahtan önüne sürdüğümde o da bana aynı alayla gülüyordu. Tek fark onun bu alayının arkasında eğlence vardı. "Ben Loren."
"Merhaba, Loren. Kim olduğunla ilgilenmiyorum." elime bulaşan içkiyi belime asılı havluya sildim ve gözlerimle önünde duran bardağı işaret ettim. "Dikkat et de çarpmasın."
Zaten başımda yeterince iş yokmuş gibi bir de her gün farklı insanların benimle flörtleşmesiyle uğraşıyordum.
Jisoo'yu elinde tuttuğu tepsiyle mutfağa girecekken gördüğümde hızlıca durdurdum ve "Lisa nerede?" diye sordum. Burası diğer günlere göre daha karışıktı ve benim bu iğrenç günde yapmak istediğim en son şey masalara bakmaktı. Eğer Jennie'ye maaş karşılığında bu iyiliği yaptıysa bana da yapması olasıydı. Sonuçta bir haftalık çalışmayla üç haftalık maaş kazanmak herkesin başına gelmezdi. Gerçi bunu yapamayacağımı biliyordum, bu kadar kalabalıkta onları üç kişi bırakıp kenara çekilemezdim ama Lisa'nın burada olmaması beni oldukça zora sokacak gibi gözüküyordu.
"Sol koridordaki masalardan birinde olması lazım."
"Sağ ol." Jisoo'nun kolunu bırakarak tahtayı kaldırdım ve tezgahın arkasından çıkarak insan arasına karıştım. Lisa'nın sol koridor taraflarındaki herhangi bir masada olmadığını biliyordum. Yaklaşık bir haftadır düzenli olarak gelen grup oldukça ilgisini çekmişti, bunda oldukça haklıydı da. Burayı genelde ellilerinin sonunda göbekli ve kıllı adamların kullandığı göz önüne alınırsa toplu bir grubun burayı favori mekanı yapması pek görünen şey değildi. Az önce tanıştığım Loren denen çocuk da bir istisna olabilirdi gerçi.
Tam da tahmin ettiğim gibi Lisa masaya oturmuş, diğer günlerdeki gibi masadakilerle sohbet ediyordu. Eğer Hyun-suk onu böyle kaytarırken görürse neler olurdu, düşünmek bile istemiyordum. Ben Lisa'nın yanına ilerlemek için bir adım daha attığımda vücudumda gezinen garip ürpertiyle titreyerek boynumu ovuşturdum. Masada Lisa'yla birlikte sekiz kişilerdi ve ben onların buradaki daha ilk günlerinden itibaren yanlarında kendimi garip hissetmekten alıkoyamıyordum. Hisettiğim elektrik normal bir şey olmamalıydı. Çünkü o masada oturan simsiyah gözlerin sahibi ne zaman gözlerimi üzerime dikse kendimi kandırılmış gibi hissediyordum.
Halbuki daha önce hiç bu kadar yakınlarına gitmemiştim bile. Ama bir hafta boyunca ne zaman gözlerimi etrafta gezdirsem bir şekilde onun gözleriyle buluşmuştum.
Siyahlar içinde duran çocuk arkasına yaslanmıştı, elindeki kristal bardağın dibinde bir yudumluk içki kalmıştı sadece, kalın dudakları kıpkırmızıydı, alt dudağının hemen altında ben vardı. Bardağındaki son yudumu da gözlerini üzerimden çekmeden içti, bardağı geri masaya bıraktı ve parmak uçlarıyla alt dudağına dokundu. Elinin tersi dövmelerle kaplıydı, deri ceketinin açıkta bıraktığı yerden gördüğüm kadarıyla kolunda da dövmeler vardı.
Bir başka bedenin bana çarpasıyla girdiğim transtan çıkarken yana yalpaladım, beni düşmekten kurtarak tek şey terli, tersi kıllarla kaplı ellerin kolumdan beni yakalamasıydı. "Dikkatli ol, güzellik." karşımdaki adam sırıtarak göz kırptığında başıma bela almamak için sadece kolumu ondan kurtardım ve kalabalıktan yararlanarak masaya yaklaştım. Bakışlarımı tekrar o çocuğu görmemek için Lisa'dan ayırmıyordum.
"Chaeyoung?" Lisa gülümseyerek adımı şakıdı. Hızlıca kulağına eğildim. "Hyun-suk seni yerinde göremediği için delirmek üzere, Lalisa. Ne yapıyorsun burada?"
Lisa telaşla ayağa fırladı, küçük yalanlar kimseye zarar vermezdi, değil mi? "Nasıl fark etti ki yokluğumu?"
"Kalabalığı görüyor musun? Tek başıma yetişemiyorum, haydi çabuk ol."
"Çocuklar, ben birazdan gelirim."
"Seni bekliyoruz Lalisa!" masada oturanlardan biri sesini duyurmak için bağırdığında yüzümü buruşturarak ona baktım. Kahve saçlarının yarısını geriye itmiş diğer yarısını dağınık bırakmıştı ve sırıtıp duruyordu. Burada o kadar da komik bir şey olduğunu düşünmüyordum.
Bakışlarımı çocuktan çektim. "Hadi." Lisa'yı tekrar kolundan çekiştirdiğimde üzerimde dolaşan rahatsız bakışlar hissedilmeyecek gibi değildi.
Neler oluyordu böyle?
Gürültüden olduğunu düşündüğüm bir şekilde kulaklarım çınlamaya başladığında tekrar üzerimdeki gözün sahibine dönme ihtiyacı hissettim. Her şey su altından akarken gülümsedi, başını önüne eğdi ve dudaklarını okuyabileceğim şekilde mırıldandı.
"Bir Tanrı bile kaderin elinden kaçamaz."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SON OF A DEVIL | Rosékook
Fanfiction"Şeytanın oğlu, meleğin kızına aşık oldu." Kayıp taş, çember ve cehenemin tüm dengesini bozmaya başlamıştır bile. Artık yedi ölümcül günah normal karşılamaya, şeytanlar ve melekler iç içe yaşamaya, melekler kötülüğe, şeytanlar ise iyiliğe başlamışt...