13

360 40 136
                                    

—sevgili tarçın'ım, on üç bütün kar taneleri ve güneş öpücükleriyle senin için, biraz daha iyi hissetmeni diliyorum, sana kısa sürede döneceğim.

Bazen etrafımdaki bütün seslerin kesildiği, bütün görüntünün saydamlaştığı ve kocaman dünyada bir tek küçücük kendim kalmış gibi hissettiğim zamanlar oluyordu, zihnim ince bir iplik olup başımdaki boşluklardan sızarak etrafın karmaşasına yol alıyor, köşede kıvrılmış otururken düşüncelerim bile beni yalnız bırakıyordu. Kayboluyordum, kendimi ve aklımı kaybediyordum, zamanı, yeri, var olduğumu unutuyordum. Ellerim titriyordu ve kaçabileceğim bir yer yoktu çünkü herhangi bir yerde değildim. Herhangi biri değildim. Koca bir alev topu olabilirdim, kendim dışında hiçbir şeye zarar veremiyordum. Belki de devasa bir gözyaşına dönüşüyor ve kendi okyanusumda boğuluyordum. Rüzgarda sallanan çıplak bir ağaçtım, orada öylece durmuş gökyüzünü seyrediyor, gökyüzüne imreniyordum. Herhangi bir şeydim. Aynı zamanda hiçbir şeydim. Hiç kimseydim.

Yılbaşı gecesi, renkli ışıklar ağaçları ve ateşleri aydınlatıyordu, ben kafamdaki boşluğu dolduran ve yüreğimin en ücra köşelerine saklanan o melodiydim. Bir araya gelip anlamlar ifade eden cümlelerin, peşi sıra alınan nefeslerin içinde kendime bir yuva kurmuş, o belli belirsiz gülüşün, ince ve narin tınının benliğime sızmasına izin vermiştim, gece boyu, uzun, yalnız bir gece boyu. Şöminedeki ateş gözlerimi yakıyor ve yaşlarım hafif kurumuş yanaklarımı acıtmaya başlıyordu artık, parmaklarım titreyerek bir şeyler yazmaya çalışıyordu, nefeslenmek, kendime gelmek aklımın ucundan geçen şeyler bile değildi. Düşünemiyordum ki. Duyamıyordum, konuşamıyordum, göremiyordum. Ne yazdığımı bile bilmiyordum. Aynı şeyi kaçıncı defa yazdığımı, aynı numarayı kaçıncı defa aradığımı. Ve kaçıncı defa ulaşılamadığını söyleyen o konuşmayı dinlediğimi.

Çiçek çocuk. Neyse ki sabah oluyordu. Seni seviyorum. Doğan güneş bu kez ışıklarını bana vurmaya çekinir gibi, çünkü fazlasıyla mahcup duruyordu, sanki benden nefret ettiğini söylerken aslında delicesine âşıktı. Bana benziyordu ve ben biliyordum artık bunu. Güneşe dönüyordum. Çiçek çocuğum nasılsa ben, güneşimin özenle boyadığı o çocuk resmiyim. O benim, o benim. Ben o'yum. Aynı kişiyiz. Hayır, sadece benzemiyoruz, biz aynı kişiyiz. Bunu kendime kaç kez yinelediğimi de bilmiyorum.

Sonra tekrara sarıyordu ve aynı nefeslenmeler, burnuma gelen aynı içki kokusu, aynı gülümseme. Sonunda bir şeyler oluşmaya başlıyordu belki de kafamda, zihnim kabuğuna dönmeye hazırlanıyordu. Arkadaşın olmak istemiyorum. Omzumda bir dürtüklenme hissi belirdi, fakat hissiz değil miydim yeterince? Değildim, hâlâ ağlıyordum. Hâlâ ağlıyor ve sayıklıyordum, cevapsızdım, güneş doğmayı bırakmıştı. İlerideki bir tepenin ardına gizlenmiş, yüzünü bana göstermekten geri duruyordu. Oysa bugün dileğim yalnızca buydu, güneşi görmek, güneşi öpmek. Güneşi nefessiz kalana dek sevmek.

Çünkü güneş beni seviyordu. Güneş yeniden sarıydı ve beni seviyordu.

Kolumda artan baskı, beraberinde çoğalan sesleri getirdi, sanki bir hayalin içinde, ablam beni banyoya sürükledi. Yüzüme su çarptı, burnum kırıştı, yanaklarım sönen bir ateş gibi incindi, saçlarımın beni bunalttığını bile fark etmemiştim. Boynumu, ellerimi ıslatmış, klozetin üzerine oturduğumda önüme çömelip beni izlemişti. Ağladım, ağladım, ağladım. Daha önce kimse için bu kadar çok ağlamamıştım.

"Daha iyi misin?"

Seslendiğini duyabildim. Başımı hafif hafif salladım, birbirine yapışan dudaklarımı ayırdım. Eli bacağımın üstünü okşuyordu nazikçe. "Konuşabilecek misin?" diye devam ettiğinde ses çıkarmamıştım, bilmiyordum. Konuşmam gerekli miydi? Sadece yanıtlanmam gerekliydi. Emin olmam gerekliydi. Peki emin olunca ne yapacaktım?

seninle düş*üşlerimHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin