9

348 50 115
                                    

Kaç saat olmuştu bilmiyorum.

Çok uzun süredir hareketsiz yatıyordum, üzerimde hiç olmadığı kadar ağır bir boşvermişlik ve gözlerimin önünde daha önce görmediğim bir sürü renk vardı. Kahverengi vardı ama daha çok. Tüm renkleri karıştırdığınız zaman ortaya çıkan, siyahın kiri ve kargaşanın karanlığını barındıran bir kahverengi. Yağmur yoktu, hoş, evin sıcaklığı da pek kış havası vermiyordu. Üzerime basit bir kısa kollu ve eşofman çekmiştim, ellerimi göğsümde birleştirmiştim. Tıpkı cenazesi düzenlenen cesetler gibi hareketsiz duruyordum. Tek başıma. Sesler duyuyordum. Kısık ve kendi zihnimin ürünü olduğu fazlasıyla belli şeyler. Aptal bir takıntılı olduğundan unutamıyorsun, gibi. Güçsüz olduğun için kırılgansın. Ahmak olduğun için bağlanıyorsun. Kendi üzerinde bir kontrolün yok ki kendine verdiğin sözleri tutasın. Babamın dediği gibi tıpkı. Onun söylediği lafların hepsini hak ediyordun belki de. Neden sevilesin? Sürekli kaçtın. Sevdiğin kimse elinde tutmayı beceremedi seni, parmaklarını aleve veren bir kor gibisin. Şimdi niçin bencilce bir başkasının elleri tutuşsun istiyorsun? Niçin sonunu göremiyorsun? Sonunu...

Onunla da bir sonumuz olacak mıydı?

Bedenimin kıpırdamaya en aciz olduğu dakikada odadaki sessizliğin içerisine ani bir gürültü doğmuştu, renklerim dağılmış, başım kapıdan tarafa dönmüştü. Birkaç saniye gerçekliği algılayamamıştım fakat zilin ikinci kez çalınmasıyla ayaklanmış, kıyafetlerimin gelişigüzel duruşu ve saçlarımın karman çorman halini umursamadan kapıya ulaşmıştım. Kulpu indirirken düşündüğüm pek bir şey yoktu ama görmeyi beklediğim kişiler de kesinlikle Jimin ve Jeongguk değildi.

Bir an içinde kaç değişik düşünce geçti kafamdan bilmiyorum. Jimin'in saçları karışıktı. Dağınıktı, endişeliydi yüzü ve aceleciydi. Bedenine yaslanmış yorgun Jeongguk'a baktığım vakit bunun sebebini gayet iyi anlayabiliyordum.

"Hey," dedi, hızla inip kalkan göğsü eşliğinde. Devam etmesine kalmadan istemsizce korkuyla dolmuş, kapıyı sonuna kadar açıp Jeongguk'u taşımasına yardım etmiştim. Siyah saçlı olan yükünü bana verdiğinde güçsüz bir, "Merhaba." dökülmüştü dudaklarından. Ardından onları zorla kıvırmıştı, Jimin eğilmiş ayakkabılarını çıkarırken terden alnına yapışan saçlarını geriye attım küçüğün.

"Özür dilerim, lütfen kusura bakma." diyordu Jimin bir yandan. İşi bittiğinde ikimiz bir olup onu içeriye, az önce benim ölü gibi yattığım kanepeye taşımıştık. "Götürecek daha uygun bir yerim yoktu, cidden üzgünüm."

"Sorun yok." derken üzerindeki ceketi çıkarmıştım Jeongguk'un, hâlâ bayık gözlerle etrafını izliyordu. İçerinin fazlasıyla ılık oluşu ikisine de çarpmış gibiydi, yüksek sesli nefeslerinin düzeni bozulmuştu, Jimin gidip kapıyı kapatırken ben de, "Ne oldu?" diye sormuştum.

"Hastalanmış, bilmiyorum, çok kötü ateşi var." Ağlamaklı bir sesle söylemişti ve ben görüntüsünden bile bunun anlaşılabilir olduğunu düşünmüştüm. "Dışarıdaydık ve fenalaştı bir anda."

"Hastaneye gittiniz mi?"

"Hayır."

"Hastaneye gitmeliyiz." Kazağını da çıkarıp mutfak tezgahında duran telefonumu almak için kalkacağım sırada Jeongguk yattığı yerden hızla sarmıştı bileğimi, yeniden ona çevirmişti bedenimi.

"Gitmek istemiyorum." demişti kısık sesle.

"Jeong-"

"Lütfen." diye mırıldandığında kaşları yalvarırcasına kıvrıldı, ne diyeceğimi bilemeden öylece durdum bir iki saniye. Sonra saçlarını yeniden geriye taradım, kırlentlerden birini rahat etmesi için başının altına koydum.

seninle düş*üşlerimHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin