2

532 81 61
                                    

Bazen yaşam ağır gelir, tüm bu günler, sorumluluklar, nefesler sanki birer yükmüş, taşıyormuş omuzlarından, göz altlarında bir baskı varmış da kararmaya mahkummuş, sanki her mutsuz olduğunda gülümsemek zorundaymışsın çünkü herkesin içinde ağlamak yasakmış. Etrafına bir bakarsın, arkadaşların vardır, ailen, seni seven birileri, sevdiklerin, bu yükü taşımaya bir süre daha devam edebilecek gücü veren anlar ve daha nicesi. Sonra derin bir nefes verir ve 'Oh!' dersin. 'Yaşıyorum ya, yaşadığım sürece...' Ve düşündüğünde hayatta gerçekten mutlu olabilecek bir şeyler bulursun.

Saat yedi kırk yedide kampüse vardığımda karmaşık düşüncelerim peki ya bulamazsan, demeye başlamıştı, öyleyse ne yapacaksın? Ellerim ceplerimde ablamın zorla avcuma sokuşturduğu bir iki buruşuk kağıt paraya değiyordu, adımlarım yavaş ilerliyor ve yoluma çıkan bütün taşları tekmeliyordum. Arada bir etraftaki değişik görünümlü insanlara bakıyor, bakışlarını üzerimde hissediyor, derin nefesler veriyordum. Sıcak hava bir bulutçuk olup yükseldiği sırada aklımdan çıksam çatıya, atsam kendimi şuracığa da ölüversem diye düşünmek geçiyordu lakin olacak şey değildi. Babamla buluşma ihtimali korkunçtu mesela, onunla yeniden yüzleşmek, yine içini dökememenin vereceği feci his ve mezarında dikilip ağladığım gerçeğinin ruhumu sarsması. Sonra ansızın karşıdan gelen biri omzuma değdiğinde gözlerim açılmış gibi irkildim. Kısa bir özür mırıldanıp duraksadığım anda yanımdan geçen bisiklet serince bir rüzgar çarptırdı bedenime, küçük bir titreme midemden bacaklarıma doğru yayılıverdi. Son üç, belki de beş gündür sıklıkla olduğu gibi bakışlarımın sallandığını hissettim ve gözlerimi hızla kırparak yoluma devam etmeye kalkıştım. Ayaklarım kaçıyor gibi hızlanmıştı, görüntüm koyuya bulanmaya hazır bekliyor ve sesler birbirine karışıyordu.

Bir ara naif bir seslenişle adımın çağırıldığını duydum. Duracak oldum ama gerçek gelmedi. Karanlık renklerden başka hiçbir gerçek göremedim etrafımda. Her şey, her şey o kadar sahteleşmişti birden. 

"Hey!"

Omzum şiddetle geriye çekildi ve sarsılarak arkamı döndüğümde şaşkınlık ve sitemle karışık bir ifadeye sahip olan Jimin'i gördüm, bakışları 'Ne yapıyorsun?' diye bağırıyordu. Birkaç saniye öylece beni izledi. Eli omzumdan çekilirken parmaklarımı cebimde sıkmış duruyordum ve ansızın onu en son ne zaman gördüğümü düşündüm. Saçları artık koyu bir kırmızıydı, bordoya benziyordu. Dudaklarında minik yaralar vardı ki onların önceden de var olup olmadığına emin değildim. Hava çok da soğuk olmamasına rağmen boynuna kırmızı bir atkı dolamıştı.

Kaç gün olmuştu? En son mezarlıkta tekrar görüşmemize dair bir şeyler söylediğini hatırlıyordum. Sanki o günden sonra uyumuş da tam şimdi uyanıvermiştim bir rüyadan. 

"Neden durmuyorsun?" dediğinde omuz silkmekten başka cevap bulamadım. Etrafına bakındı ve beni aniden sararmış yaprakları sallanan akçaağacın altına sürükledi. Bileğimin parmaklarının arasında olduğunu fark ettiğimde gerildim, etrafta birkaç insanın bize baktığını gördüğüm zaman da.

"Bir şey mi oldu?" dedim oradaki banka yan yana oturduğumuzda, şimdi tüm insanlar karşımdaydı, beklemeden bana döndü ve garip bir ifadeyle bakmaya devam etti.

"İyi misin?" dedi ardından. "Neredeyse bir hafta oldu."

Gözlerimi istemsizce kısarak yüzünü inceledim. Endişeli görünüyordu, bir anda karşıma çıkıp gelmesine rağmen çok eski bir dostun hatırası kadar samimiydi. Elleri uzanacakmış da çekiniyormuş, zorlukla parmakları kenetlenmiş, kucağında bir baskıyla birleşmiş.

Öyle olunca 'Gerçekten merak ediyor musun ki?' diyesim geldi, yoksa formaliteden mi soruyordu? Kayıtsız titrek bakışlarım sürünce derin bir nefes verdi, bunu neden yaptığını anlayamıyordum.

seninle düş*üşlerimHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin