5

371 57 83
                                    

İnsanları itmek, insanları var gücümle itmek, gidişlerini izlemek, benim için çabalamayışlarını, onlardan uzak duruşumu normal bir şeymişcesine kabul edişlerini, sonra hiç var olmamışım gibi hayatlarına dönüşlerini izlemek, benim için belki de ömrümün tamamıydı. Hiçbir zaman tam anlamıyla terk edilmemiştim ama durmamasıya geride kalan bendim, üzülen, aylar, yıllar sonra bile. Geçmişe takılı kalmak değildi bu. Yalnızca yakama yapışmış sürüklenen üzüntülerdi. Hayal kırıklıkları. Mavinin bütün tonları. Gözlerimin ardında birbirine sarılan renkler, uykusuz geceler, zihnimdeki gürültünün asla susmaması. İnsanların neden zamanın her şeyi iyileştireceğini söylediğini bilmiyorum. Zaman hiçbir şeyi iyileştirmiyor, aksine daha da kötüleştiriyordu. Öyle ki Jimin'in hayatıma girmesinin ardından nefeslenebildiğimi zannettiğim kısaca bir süreden sonra rastgele bir an, bakışlarım Jung Hoseok'un gülüşüne denk gelmiş ve o yalnızca görünüşten ibarettiyse bile yüreğimi bıçak yaralarıyla kaplamayı başarmıştı. Unutamıyordum, sevgimi, nefretimi, kırgınlığımı, öfkemi bile unutuyordum bazen ama mutluluğu tattığım tüm o zamanların ellerimden öylesine kayıp gittiği gerçeğini unutamıyordum. Bu kadar kolayca harcanışım, es geçilişim öyle bir yük olup oturuyordu ki içime, sanki kimseler gelse de kaldırıp atamazdı onu oradan.

Aptalsın, deyip duruyordum kendime. Aptalın tekisin. Profesörün sesi uğultuyla kulağıma doluşuyor, morlar zifiri karanlığımda boğularak yok oluyordu. Bir ara yanımda uyuşukça notlar alan Jimin'in dürtmelerine rağmen göz kapaklarım düştü, kirpiklerim birbirine kenetlendi. Bedenim sanki haftalardır uykunun tadına varmamış gibi koyverdi kendini, zihnim koca bir boşluğa düştü. Sesleri hâlâ uğultular haline duyuyordum, elime yasladığım yanağımı hissediyordum, parmak uçlarımdaki soğukluğu. Bir şarkı kafamda yankılanmaya başladı, uykuyla uyanıklık arasında seğirtiyordum. Ablamı düşünüyordum, sonra geçen gün merdivenlerde karşılaştığım karşı komşumu, bir ses "Pekâlâ," diyordu. "Sorun değil." Sorundu, içten içe biliyordum bunu. Fakat sorunun ne olduğunu hatırlayamıyordum. Tanıdık bir koku sarıyordu etrafımı. Uyan, uyan, uyan. Tenimin üzerinde kalın dudaklar hissediyorum. "Biraz daha öpemez misin?"

Uyanmam gerekiyor.

Yanaklarımdan dudaklarıma doğru kayıyor.

"Yoongi."

"Jimin."

Gözlerim sonunda aralanırken kontrolüm dışında mırıldanmış ve henüz görüşüm bile puslu şekilde hızla başımı kaldırmıştım, uyuşan ellerimi sıkıp açıyor, diğer yandan da dişlerimi birbirine bastırıyordum. Jimin hâlâ yanımdaydı, bakışlarım boşalmış sınıfı turladıktan sonra ona dönmüştü, aceleyle elindeki defteri çantasına sokuştururken bana bakmıyordu.

"Uyanmışsın." dedi işi bitip bana döndüğünde. Sesinde garip bir tını vardı. "Ben de tam seni uyandıracaktım."

Cevap vermedim, parmak uçlarım gözlerimi ovuşturdu ve dirseklerim sıraya yaslandı. Kafamda oluşan hayalleri düşündükçe avuçlarım yüzüme kapanmıştı, derince iç çekmiştim. Sayıklamış olabileceğim ihtimali aklımı kavururken göz ucuyla bile bakamamıştım yüzüne, birkaç saniye geçtiğinde de sesi yeniden duyulmuştu.

"Çıkalım mı?"

Ellerim yüzümden düşerek masadaki birkaç şeyi çantama gelişigüzel koymaya başladı. Jimin hiçbir şey yapmadan beni izliyordu.

"İyi misin?"

Başımı aşağı yukarı sallamakla yetindim. Yüzüne bakmak yerine ayaklandığımda peşimden gelmişti.

"Derste de düşünceli gibiydin, canını sıkan bir şeyler mi var?"

İlgisi önemsiz birkaç kelime gibi geliyordu kulağıma. Uykumun düşüncelerimi eksiltmesi gerekirken daha da çoğaltmıştı ve ben, kesinlikle hiçbir şeyi düzeltemiyordum. Ne geçmişi silebiliyordum üzerimden, ne de şimdiyi idare edebiliyordum. Jimin cevap vermediğim her saniye maviye dönüyordu. İlk kez sarıdan apayrı görüyordum onu. Koyu mavi olmuştu. Kopkoyu. Benim yüzümden. Uykumdaki şarkı hâlâ kafamda dolaşıp duruyordu. Derslikten çıktığımızda babamın sesi karışmıştı müziğin arasına.

seninle düş*üşlerimHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin