❧ 20 : a sweet breakfast

348 43 82
                                    

Eğer ev yapacaksanız, bir eve sahip olmak istiyorsanız dikkatli olmanız gerekmez miydi?

İskambil kağıtlarından ev yaparsanız en ufak bir darbede yıkılır. Yaptığınız bu evde tehlikelere açık hale gelirsiniz, yanınızdaki kişiye bile sarılsanız güvende hissedemezsiniz. Çatısı yoktur bu evin, gözlerinizi açtığınızda gökyüzüyle karşılaşırsınız. Bizim bir evimiz yoktu ama güvendeydik. İskambil kağıtlarından ev yapmak bile zordu bizim için, daha birbirimize destek olamazken kağıttan ev yapmak saçmalıktı.

Bu sabah gözlerimi açtığımda üstümde gökyüzü, karşımda Donghyuck'un yüzü vardı. Kolları bedenime sarılıydı ve huzurlu hissettiriyordu, nefes alıp verdikçe titreyen kirpiklerini bu kadar yakından görmek huzur vericiydi. Her şeyden önce onun kendisi huzur vericiydi ve ben ne yapacağımı bilmiyordum. Onu seviyordum, ona aşıktım ve bu his beni çok zorluyordu. Ona dokunmak hiç olmadığı kadar renkliydi, gökkuşağının altında olmaktı belki de.

Sol elimi kaldırıp saçlarını hafifçe karıştırırken yerimde doğruldum ve kollarının benden ayrılmasını sağladım. Gitmemiz lazımdı, saatim kaç olduğunu bilmiyordum ama sabahın erken saatleriydi. Yolumuz çok az kalmışken burada vakit kaybedemezdik. Oraya gitmek istiyordum, gösterdiği yere gitmek ve elini asla bırakmamak istiyordum. Başımı ona çevirip hafifçe omzunu sürterken boğazımı temizledim hafifçe öksürerek. ''Donghyuck, uyan.''

Uyanmadı. Çok uykusu olmalıydı ancak hava sertti ve hasta olmadığımıza şükretmem lazımdı. Gözlerim kenarda kalan örtüye takıldığında gülümsemeden edemedim. Biz olmuştuk. Biz, bir şeylere başlamıştık ve bundan pişmanlık duymuyorduk. Ona katılmıştım ve beni reddetmemişti, onunla beraberdim artık. Bundan sonra sadece biz vardık. Biz olmak ilk defa bu kadar iyi hissettiriyordu.

Birkaç dakikanın ardından onu tekrar dürttüğümde gözlerini yavaşça açmıştı, gözleri anında beni bulurken gülümsedim ve dağılan saçlarımı parmaklarımla taradım. O da doğrulurken gözlerini ovuşturmuştu, etrafa bakıyordu garip bir ifadeyle, sorguluyor gibiydi. ''Hasta olacağız, gitsek mi?'' Başını salladı sadece. Önce ben ayağa kalktım, elimi uzatıp onu yukarı çekerken hâlâ uykuluydu. Onu peşimden sürükleyip dalgaların kıyısına geldiğimde diz çökerek yere oturdum, uzanıp avucuma biraz su aldım ve yüzüme çarptım. Aynısını o da yaparken gülümsedim, sonunda sahilden çıkabildiğimizde saate bakmıştım ilk önce.

Arabadaki dijital saat sekizi gösteriyordu, ben acıkmıştım ve bir an önce yemek yemek istiyordum. Donghyuck örtüyü katlayıp bagaja koyarken ben de saçımı yapmakla meşguldüm, kuş yuvasına dönmüştü resmen. ''Nereye gidiyoruz?'' Donghyuck ayılmıştı, ona bakıp bekledim birkaç saniye. ''Kahvaltı yapabileceğimiz bir yere.''

Başını sallayıp direksiyonu kavrarken arkama yaslanmıştım rahat bir biçimde. Dürüst olmak gerekirse dün geceden sonra ne yapacağımı ve nasıl davranacağımı bilmiyordum çünkü boyutları ve sınırlarımızı aşmıştık. Dün akşam aklıma geldiğinde titrememe engel olamıyordum, kendime hatırlatıp duruyordum sürekli; bana dokundu, beni öptü. Başka bir şey istemiyordum zaten. Onunla olmak benim için yeterliydi.

Yaklaşık yarım saatin ardından minik bir tatil beldesine geldiğimizde (burası Tayland'da bir yerd, yani yolumuz az kalmıştı) etrafa bakınıp kahvaltı yapabileceğimiz bir yer aramaya başlamıştım. Donghyuck da etrafa bakınırken sonunda minik bir restoran bulmuştu, tabelası ve dışı yemyeşildi. İçerisi kalabalık değildi ve tam bize göreydi. Donghyuck önden, ben de arkasından arabadan inerken dışarısı hafif soğuk olduğundan bagajdan iki hırka çıkarmış ve birini omuzlarıma bırakmıştı. ''Umarım hasta olmayız.'' diye mırıldandı hırkayı giyerken.

''Olsak ne olacak ki? Yaz geldi.'' Ben de kollarımı geçirirken konuştuğumda elindeki araba anahtarını cebine koymuş ve gülmüştü. Sol eliyle sağ elimi tuttu. ''Sümüklerimi tişörtüne silerim, uğraşmak zorunda kalırsın.'' 

PASSENGERSHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin