dokuz.

254 52 17
                                    

Yepyeni kırık kaykayıma oturmuş koridorda kayıyordum. Kafamın içi bomboş, gözlerim önümdeki parkelerden ayrılmak için fazla durgun ya da üşengeç.

Hyunjin de Chan da kapılarını kapamış, odalarına kapanmıştı ancak uyumadıklarını biliyordum.

En azından Hyunjin'in. Belki de filmin sesine rağmen uyuyakaldı, şimdi pek emin değilim. Sadece onları rahatsız edenin ellerini kullanarak koridor boyunca kıçının üzerinden taştığı bir kaykayla kayan yirmi yaşında bir adamın olmamasını umuyorum.

Bugün pek iyi değilim.

Uyandım, içime bir his düştü ve günün geri kalanında sustum. Benim genelde günün anakarakteri olan umutsuz aşkımın eşlikçiliklerinden, kimin için ne yaptım meselesi.

Henüz ermediğim için önemli olan kendime ne yaptığım diyemiyorum çünkü zirve noktam, hiçbirinin önemli olmadığı ve bu dünyada önem kriteriyle ele alanıcak hiçbir şeyin olmadığını savunmak.

Ben önemli değilim. Chan'ın kaykayı da değil, onu tutması ya da çöpe atması da.

Aslında bakarsanız, günden güne sonumuzun ne olacağını bilsem de onun için tutuşmak bile önemli değil. Geçecek. Ben sadece inanmasam da bunun bir ardı olmasını umuyorum. Dua etmeden. Edecek kimsem yok ama yine de umuyorum işte. Bir gün bu koridorda harcadığım boş zamandan başlayarak bana yaptığım ve yapmadığım her şey için bir ilahın bana hesap sormasını içten içe diliyorum ama içimdeki inanç spesifik bir ilaha değil. Kim olursa olsun, boşuna uğraşmadığımı görmek için cezalandırılmaya razıyım.

Bazen bu sıkıntı, gönlümde konduğu köşede ben onu unutmuşken atarlanıp yine boğazıma yapışınca başka şeyleri göremiyorum. İşte önem dediğiniz şey o zaman kayboluyor. Bütün mesele öncelikler oluyor. Aşık olduğum adamı ve onun potansiyel aşkının önceliğini değiştiriyorum ve bu bana, belki de bu aşka hak ettiğini vermediğimi söylüyor. Belki de tam anlamıyla aşık değilim. Ya da kendimi olacaklardan koruyorum. Zaten onu yeterince sevmediğim yalanını atıyorum.

"Artık yeter."

Chan, üzerinde yamuk tişörtü, başımda dikiliyor ama ben herhangi bir pişmanlık duymuyorum.

"Uyuyamıyorum."

"Ben de," diyor imayla. Umduk, ama olmadı. Rahatsız oluyormuş. Benden. Belki de bu, yavaştan gitmek için hazırlıklara başlamamın ip ucusudur.

"Kahve yapacağım. İçer misin?"

"İçerim."

Yok, kalkmıyor gözlerim. Yine kafayı yemiş görünüyorum ki Chan bana seslenmeden evvel ben zaten kafamın içindeydim. Ortadan kaybolup yeniden karşıma çıkana dek sıyrılamadım o yüzeyden. Önce başımı, sonra gözlerimi kaldırdım. "Beni korkutuyorsun," dedi, yalanmış gibi huzursuz ve sakince.

"İyi değilim."

Beni duymadı. Ona dememiş bile olabilirim. Herhalde beni duysaydı ev arkadaşına sorunun ne olduğunu soracak kadar insafı olurdu. İyi ki demedi ama. Ne derdim bilmiyorum.

Ben kontrolü çok uzun süre tutamadım. Chan'ın, "o benimdi," deyişini sandalyeye oturunca idrak ettim ama geçti. Dilim yansa da içmeye başlamışım ama tuhaf yanı, yank onun için öyle, hiç de özür dileme çabasına girmedim.

"Ben bir Hyunjin'e bakayım," deyip kayboldu. Odasının pencere kenarında tuttuğu çakmagı ve meyve baskılı sigara sarmalarıyla geri döndü. Onları tutarken orta ve yüzük parmaklarını da bana koyduğu kupanın kulpuna geçirdi. Diğer eliyle karşımdaki sandalyeyi kavradı ve kaldırdı. Bense saniyeler boyunca arsızca onun ellerini izledim.

Ayaklarımı yerden çekmiş, buzdan lava basmamaya çalışıyorum ama içim üşüyor. Kollarım donuyor. Oyunu kaybediyorum.

Chan şimdi dışarıda. Kim bilir kimi izliyor, hangi daireyi gözetlerken neler düşünüyor. Hayır. Umrumda değil çünkü bugün önceliklerim farklı. Ben bugün kendimden habersizce bir şeyler anımsadım ve inançsızlıktan deyip bu bahaneyle o gizemli anıların yan etkisine düştüm.

Hatırlayamıyorum ama ben gerçekten iyi hissetmiyorum.

En son perdesi açık balkon kapısının camından Chan'ın bugün örtülü omuzlarını izliyordum. Elini alnımda hissettiğimde yerimden sıçradım. İki elimde birden tuttuğum kahve üzerkme döküldü. Yanacağım sandım ama soğuktu.

"Ateşin yok," derken öteki eliyle sigarasının israf olacak dolu içini ağzından çekti Chan. Geriye bir adım atıp tezgahın üzerindeki çöp kutusuna attı onu.

Sonunda ayağa kalktım. Hiçbir şey demedem, kendime verdiğim bir komutlu yolumdam sapmadan odama daldım.

O beni, onu da beni ihmal ederse içine oturacak suçluluk duygusu kovalıyordu. Üzerime yapışmak üzere olan ıslak tişörtü bir an önce sıyırıp atmak istedim ama o kadar zahmetliydi ki benim odamın içinde, karşımda duran Chan'ı izlerken bu zahmet bana ne yapacağımı unutturmuştu.

Kollarım iki yanda öylece baktım suratına. Ne yapacaktım ben?

"Çıkmamı istiyorsun. Pardon."

Gitti. Kapıyı yakıştırmadı. Ben de açık giysi dolabının önüne yavaşça çöküp omzumu sertte olsa rafa yasladım. Uykum vardı.

"Jisung." Ve sıkıntı dolu bir nefes. Dünyanın sıkıntısı. Onun derdi olmuş binlerce dert. Ne gerek var? Oyuncağına gerek yok ama bana mı gerek var?

Benim tişörtümü tutuyor. Üzerimdekini tutuyor. Zorla çekip çıkarıyor. Deterjan kokulusu başımdan geçer geçmez kollarıma kalmadan geriye, duvara doğru atıyorum kendimi.

"Saçmalıyorsun," diyor. Bana kızıyor. Yalnızca gitmesini istiyorum. Bir ayrıcılığı yok. O an hiçbir şeyle temas etmemek, kimsenin sesini duymamak ve bu deterjan kokusundan kurtulmak istiyorum. Hepsi tüylerimi diken diken ediyor.

"Kendine gel."

Çok fazla. Çok tanıdık. Bunu bana onun söylemesi çok daha acı. Boğazıma yumruları diziyor.

Konuşamıyorum ki. Gitmesini söyleyemiyorum ve o, kahrolasıca sahte duyarından karşımdan çekilmek bilmiyor. Başımı iki yana sallıyorum, saçlarım böyle yüzüme iniyor. Anlaması gerek. Kaybolmalı. Ne onu ne de bir başkasını istiyorum.

Üstüne yerde dizleri üzerinde bana bjr adım atıyor. Şu dağınık saçları. Onlara sımsıkı tutunmak geliyor içimden. Ama dokunmaya tiksiniyorum. Yaslandığım duvar bile tiksinç. Derimin altından çıkıp sıyrılmak istiyorum.

Uzun süre kalmıyor. Bunun için beni suçlar gibi bu kez kapıyı yakıştırıyor ve ortadan kayboluyor.

Çok Sarhoşum Ay Topu, ChansungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin