Sabah erken kalktım ve internetin o saatlerde de iyi olmadığını öğrendim. Hala Hyunjin'in o gün geleceğini ama saatini henüz haber vermediğini zannederek bir şeyler atıştırmadan markete gittim.
Döndüğümde uyuyor olacağını tahmin ettiğim Chan, oturma odasını toparlıyordu. Yine Hyunjin gelecek diye sandım.
"Ne zaman geleceğini söyledi mi?"
Önce başını kaldırıp gözlerini kıstı, sonra uzun bir "Aa," dedi. Gereğinden az sündürülmüş samimiyetsiz bir ünlem çakması ses. Elimde poşetle titriyordum.
"Dün gece bir hafta daha kalacağını söyledi. Ben sana da der sanmıştım."
Bugün de hep sanıyoruz ama bilmiyorum diyemiyoruz. Ne zaman dedik ki? Bütün problemlerimizin sebebi o bilmiyorumu söyleyecek gururun fazla gelmesi ya.
"Birimize dediğine diğerine söylemesine gerek var mı? Aynı evde yaşamıyor muyuz biz?"
İşte bu lafımın üzerine aramızda sıfır ile bir arasında aylak aylak dolaşan ezik ilişki, bir anda eksi ikiye tosladı.
Yine konuşmama kararı aldık ancak bu kez karşı taraflardaydık.
Şu evde arkadaşım olan tek insanın bırakın haftalardır benimle konuşmayı gelişini bir hafta ertelemesini bana değil şu adama haber vermesi beni fena bozdu. O kadar içerledim ki günün sonunda soytarı çıktım.
"Ben de markete gidelim diyecektim. Başka şeyler de vardı ama sen kendi alışverişini yapmışsın."
Mutfak kapısının oradan bilmiş bilmiş bakıyor.
"Eksik olduğunu fark ettiğim şeyleri aldım zaten." Yani fark edebileceğim, benim de elimi sürmek zorunda olduğum şeyler. Gerekli olanlar.
Sonra da kafasına atar gibi ufak pirinç paketini yukarı dolabın içine fırlattım.
"Düzgün koy."
Yani benim tek bir sözümle, Hyunjin'in geç geleceğini ikimizden birine belki de kim olduğunu önemseden söylemesi yüzünden bu halde düştük.
Nefesini tutmuş ben popom tezgaha sinmiş, ellerim tegzahın çıkıntılı kenarına Chan'ın gözlerinin gazabından kaçıp sıkı sıkıya tutunmuş halde onun bana doğru yaklaşmasını bekledim.
Kenara kayamadım.
Gözlerimi ona çevirmekten değil içlerindeki titreyişi görmesinden korkuyordum. Onları duvardan ayırmadım.
Chan yanıma kadar geldi, kolunu kaldırırken omzuma sürtündü. Sertçe dolabın içindeki pirinç paketini düzelttikten sonra diğer eliyle kapağı kapadı ve sağlam bir göz temasıyla geri çekildi.
Tam anlamıyla aklımı kaçırıyordum.
Bu davranışın böylesine basit olmasına rağmen arkasından alev almış yüzümle baka kaldım.
"Hayvan gibi yiyiyoruz," diye söylendi. "Neremize yetecekse."
Dizlerim titiriyor diye çömelmedim iyi ki. Hemen sonra girdiği oturma odasından çıkıp kendi odasına giderken beni o halimle görürdü.
Kapısının sesini duyduktan sonra kendime gelebildim. Yüzüme soğuk su çarptım ve işime kaldığım yerden devam etmek yerine hızlı adımlarla odama koştum.
Zamansızlık algımın içinden asla çıkmamalıydım. Chan ile aramda ciddiliğinden emin olamadığım tatsız tavırlar ilişkisi beni korkutuyordu. Belki de arkadaş olmaktan daha kötüydü.
Her şeyi ufacık bir davranış yüzünden mahvetmiş olmaktan ölesiye korkmuştum çünkü bu benim için sahip olduğum her şeye mal olurdu.
Mesela sevdiğim insanı kaybetmeye, yeni bir ev bulmak zorunda kalmaya. Hyunjin olsa abarttığımı söyler. Böylesini daha önce yaşamadım ki. Mazeretim haklı değil mi?
Kendimi olabildiğince geri çekmek için odamdan çıkmayıp son birkaç aydır ne yapıyorsam onu yaptım, sayfalarca gereksiz kurgu ve analizlerini okudum. Bir roman yazmaktan daha saçması varsa o da bu romanı çözümlemekti ve biz bazen, devam edebilmek uğruna gereksiz şeylere sarılıyorduk. Belki de Chan'ın tiribine girdiği yumurtalar gerçekten de gereksizdi ki bizi, aramızda olup biten bu saçma ve ufak olayı devam ettirdi.
"Yemeğe gel."
Büyük parçası kibar olan bu adamın sözleri o günden sonra yalnızca benim için emir cümlesi görünümünde, içinde amacı belirsiz anlamlar taşıyan sözlere dönüştü.
Chan ilk kez beni yemeğe çağırıyordu. Bunu nasıl pesimist bir bakış açısıyla yorumlayabilirdim ki?
Yine sanıyorum ki onu yeniden karşıma almamak için yattığım yerden kalkıp onu takip ettim. Çünkü bilmiyorum. Bilmediğim yerde sanıyorum ama onun aksine sanrımı savunmak yerine belirsizliğini üstleniyorum.
Ton balıklı salata ve mercimek çorbası içtik. Fazla çeşit yapmaz, günü birlik pişirir ve ben genellikle içim istemediği sürece yaptığı hiçbir şeye dokunmam.
Bunu içerlediğini bilmiyordum.
"Yaptığım hiçbir şeyi yemiyorsun," demişti. Ne diyecektim, hiçbir sike yararım olmuyor bir de senin yaptığın yemeği iyice sömürmek istemiyorum mu?
"Sen yapıyorsun diye." Bu da her türlü anlama açık bir söz.
"Anladım."
"Anlamadın."
Elindeki kaşığı kasesine batırdığı haliyle tutmaya devam ediyor. Eğdiği başını hafiften kaldırıp alçaklardan bana bakıyor.
"Anlamadım?" diye beni tekrarlıyor ama tonu farklı. Tekrar etsene bi' cinsinden.
"Anlamıyorsun, tabii. Ama itiraf etmeye dilin varmıyor. Bir kere kabul etsen..."
Hala sessiz, aynı pozisyonda. En son ben de başımı kaldırıp ona bakmak zorunda kalıyorum. Asıl bendeki bu muhalefet olma şevki nereden doğdu? İçimde gizlediğim sevginin acısını mı çıkarıyorum, ne.
"Senin yaptığın yemek," diye daha sakince açıklamaya çalışıyorum şimdi de. "Benim bir faydam dokunmuyor, sonra konmuş oluyorum."
"Sorun değil."
Ve yine susuyoruz. Uzun bir süre, hem de öyle uzun ki benim usulca "Tamam" deyişim kopuk geliyor.
Ufacık dağınıklığı toplamasına yardım ediyorum. Sonra Chan, sıradan bir günde yemekten önce içtiği sigarasını bugün ben mutfağı terk ederken içmeye çıkıyor.
*
olabildiğince yalın yazarak nasıl yapabileceğimi görmeye çalışıyorum bu yüzden son paragraftaki gibi bir sürü örtülü anlam taşıyan paragraf ama anlaşılmasa da olur.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Çok Sarhoşum Ay Topu, Chansung
Fanfictiedördüncü ayın on dördü ve bundan on yedi yıl öncesi.