9. BÖLÜM

78 12 0
                                    

Gözümdeki yaşları silerek eve doğru yavaştan yol aldım. Eve geldiğimde hiçbir şey demeden odama geçmek istiyordum. Peki ya sonra? Sonra Mehmet'e ne diyecektim? Ses çıkmasın diye kapıyı elimdeki anahtarla yavaşça açtım. Kapıyı açar açmaz kolları bağlı bir şekilde bana bakan Mehmet'i gördüm. Yakalanmış bir suçlu gibi tedirgindim, bir tek ellerimi havaya kaldırmadığım kalmıştı. Kapıyı ittim. Mehmet'in yanından geçip odama doğru yol aldığım sırada Mehmet kolumu tuttu.
  
"Neyin var?" dedi az duyulur bir sesle.
  
"Bir şey yok. Yani bir şeyim yok," dedim.
  
Tutmuş olduğu kolumu çevirerek yüzüne bakmamı sağladı. "Nereye gittin?" dedi.
  
"Öyle hava almak için çıktım," dedim.
  
"Adnan'la mı hava almaya çıktınız?"
  
"Yok, ne Adnan'ı?" Kıpkırmızı olmuş yüzümü yere eğdim.
  
"Neden bana yalan söylüyorsun Tuğçe? Adnan'la şirketin yanındaki kafede ne işiniz vardı?"
  
"Yok, sadece karşılaştık."
  
"Peki o zaman dediğin gibi olsun. Sana inanmak istiyorum." Tutmuş olduğu kolumu kendine doğru çekerek bana sarıldı. Saçımı koklayan nefesini ensemde hissediyordum. Mehmet'e olabildiğince sıkı sarıldım.
  
"Tuğçe boğdun beni. Bir daha hiç görüşemeyecekmişiz gibi sarılıyorsun bana," dedi.

Seni bir daha göremeyişim dünyamın sonu olur.
  
"Belki son görüşümdür," dedim. Gözümden akan yaş Mehmet'in omzuna değince beni geriye doğru itip yüzüme baktı. Gözümden akan yaşı silip "Son görüşün değil," dedi. "Hem neden ağlıyorsun ki? Gözünden tek damla yaş akınca mahvoluyorum. Ben seni bırakmam sana söz veriyorum."
  
"Bırakmazsın biliyorum," dedim.
  
"Sen de bırakmazsın değil mi?" dedi.
  
"Bırakmam, bırakamam."
  
"Söz mü?"
  
"Söz."
  
"Gel buraya," diyerek tekrardan bana sarıldı. "Yarın akşam bir yemeğe çıkalım diyorum ne diyorsun?"
  
"Seninle her yere gelirim diyorum."
  
Saçımın kokusunu içine çekerken, "İyi diyorsun," dedi. Üstümü değiştirmek için odama gittim. Odama girer girmez telefonumu açarak Adnan'a mesaj attım.
  
"Ne yaparsan yap ben Mehmet'ten vazgeçmeyeceğim."
  
Telefonumu masanın üzerine bıraktım. Çok hâlsizdim, yatağıma uzandım. Gözlerimi kapattım. Mehmet kapıyı çalıp odaya girdi. Uyumadığım hâlde gözlerimi açmadım. Gelip alnıma küçük bir buse kondurdu.
  
"Bana iyi gelen tek şeysin," dedi kısık bir sesle. Derin bir nefes aldı. Uyuduğumu zannederek odadan çıktı. Neden gözlerimi açmadım bilmiyorum ama biraz kendimi dinlemeye ihtiyacım var sanırım. Ne ara uykuya daldığımı fark etmedim. Uyandığımda sabah olmuştu. Başım çok ağrıyordu. Ateşler içerisinde yanıyordum. Midem çok bulanıyordu. Çok üşüyordum. hâlsiz bir şekilde yerimden kalktım. Dolabı açarak yorgan, battaniye ne varsa çıkarttım. Hepsini üst üste üzerime attım ama hâlâ üşüyordum. Konuşacak hâlim yoktu. Sesimi bile zor duyduğum bir şekilde "Mehmet," dedim. Masanın üzerinde bulunan telefona uzanıp Mehmet'i aradım. Telefonu açtığında keyifli bir ses tonuyla, "Tuğçe," dedi. "Yan odandayım niye arıyorsun?"
  
"Mehmet," dedim sesimi çıkması için zorlayarak. "Hiç iyi değilim."
  
Mehmet telefonu yüzüme kapatıp hızlı bir şekilde odama geldi. Beni görünce deliye dönmüş gibi görünüyordu. Üzerimdeki kat kat yorgan ve battaniyeleri kaldırdı. Beni koluna alıp evden çıkardı. Arabanın arka koltuğuna nazik bir şekilde bıraktı. Arabayı çok hızlı sürüyordu. Hastaneye doğru giderken ikide bir yüzüme bakıyor, "Az kaldı güzelim. Birazdan hastanede olacağız. Bir şey olmayacak," diye söyleniyordu. Ben ise gözlerimi açılması için zorlayarak ona bakmaya çalışıyordum. Her bana baktığında zoraki bir şekilde gülümsüyordum. Hastaneye geldiğimizde arabadan hızlı bir şekilde inip beni kollarına aldı. Ben Mehmet'in kollarında, Mehmet ise endişeli bir şekilde koşar adımlarla hastane kapısından içeri girdik. Mehmet hemen yardım istedi. Bütün kanım damarlarımdan çekiliyormuş gibi hissediyordum, gözlerimi açık tutmaya çalışıyordum. Başım Mehmet'in kolundan aşağı sarkmıştı. En son hatırladığım kadarıyla Mehmet beni sedyeye bırakırken kulağıma eğilip, "Yalvarırım beni bırakma," diye endişeyle söyleniyordu. Devamını zaten hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde kolumda serumla uzanmış bir vaziyette olduğumu gördüm. Mehmet yanı başımda başını iki elinin arasına almış resmen gelmeye meyilli olan gözyaşlarını gözlerine hapsetmek istiyordu. Az duyulur bir sesle, "Mehmet," dedim. Sesimi duyar duymaz elimi tutup, karmakarışık duygularla yüzüme baktı. Hem gülüyordu hem de ağlıyordu. Sanırım hayattaki bazen en güzel bazen en kötü durum gülerken ağlamaktı. Gözlerimin içine bakıp, "Ben güldüm..." Daha sözünü tamamlamamışken araya girdim. "Sen güldün, ben de güldüm," dedim.
  
Zorla da olsa küçük bir tebessüm ettim.
  
"Beni çok korkuttun," dedi. Dolu gözlerle yüzüme bakmaya devam ederken odaya doktor geldi.
  
"Geçmiş olsun Tuğçe Hanım," dedi.
  
Başımı yavaşça salladım. Doktor öncelikle serumuma baktı. Bittiği için kolumdan çıkarttı.
  
"Sanırım sizi artık taburcu edebiliriz," dedi. "Üşütmüşsünüz ve çok fazla stres yapmışsınız. Şu an biraz da olsa iyisiniz, serumunuz da bitti. Birkaç ilaç yazacağım onları eczaneden alıp kullanırsanız, iyileşirsiniz. Tekrardan geçmiş olsun. İyi günler dilerim."
  
Tek temennim öncelikle şu hastaneden çıkmaktı. Yerimden kalkmaya çalıştığım anda Mehmet kolumu tutup beni nazikçe kaldırdı. Beni koluna almaya çalışırken, "Dur," dedim. "Kendim gidebilirim."
  
"Hayır Tuğçe Hanım, kendin falan gidemezsin."
  
Ben Mehmet'in kolunda, beraber çıktık hastaneden. Yolda hiç konuşmadık. İkide bir yüzüme bakıp gülüyordu. Eve geldiğimizde de yine aynı şekilde beni koluna alarak odama kadar götürdü. Yanağıma küçük bir buse kondurdu.
  
"Tuğçe," dedi. "Biliyorsun bugün şirket için çok ama çok önemli olan ihale için sunum yapmam gerekiyor. Bu yüzden şirkete gitmeliyim. Seni de böyle yalnız bırakmak istemiyorum. Hem bu hâlde şirkete de gelemezsin. Eğer istiyorsan gitmeyebilirim."
  
Başımın altındaki yastığı düzeltmeye çalışırken, "Yok," dedim. "Bu ihalenin senin için ve şirket için ne kadar önem taşıdığını biliyorum. Hem sen gelene kadar ben dinlenirim zaten."
  
"Peki, tamam. Sen dinlen, kim kapıyı çalarsa çalsın açma ve sen bugün dinlen biz yarın akşam yemeğe gideriz olur mu?"
  
"Olur."
  
Yanağıma küçük bir buse kondurduktan sonra odadan çıkmak için yavaştan yol aldı. Yaklaşık beş dakika sonra dış kapının sesini duydum. Çıkıp gitmişti. Uyumaya çalışıyordum bir o yana bir bu yana kıvranıyor, durduğum yerde kısa bir süre bekledikten sonra diğer tarafıma dönüyordum. Öyle böyle uyumaya çalıştım fakat hâlâ uyuyamadığım sırada kapı çalmaya başladı. Mehmet bana, "Kapıyı kim çalarsa çalsın açma," demişti. Peki ya önemli biriyse? Yatağımdan kalkıp kapıya doğru gittiğim sırada o sesi duydum. O duymamak için kulaklarımın sağır olmasına bile razı olacağım o sesi... "Tuğçe," dedi. Bazen biri çıkar gelir öyle adınızı güzel söyler ki adınıza resmen âşık olursunuz. Fakat bazen öyle biri çıkar gelir adınızı o kadar kötü söyler ki adınızdan resmen nefret edersiniz. Evet, ben Adnan'ın çağırması üzerine adımdan nefret ettim, hem de hiç düşünmeden. Adnan olduğunu bildiğim hâlde kapının deliğinden baktım.
  
"Aç hadi kapıyı. Evde olduğunu biliyorum," dedi.
  
Elinde bir gül demeti bulunuyordu. Ama benim en sevdiğim çiçek papatyaydı. Hem Adnan ne yapmaya çalışıyordu ki? Ben Mehmet'i asla ama asla sevmekten vazgeçmeyecektim. İstediği kadar çabalayabilirdi. Ama ben kararımdan dönmeyecektim, ne olursa olsun Mehmet her geçen gün kalbimde daha da büyümeye devam edecek. Mehmet'in sevgisiyle kuşanmış bu kalbimde Adnan diye birisine yer veremezdim. İster sevgi bakımından ister nefret bakımından Adnan'ın hiçbir duygu bakımından ne kalbimde ne de aklımda bulunmasını istemiyordum. Adnan'ın tekrardan "Tuğçe," demesi üzerine kapıyı sinirli bir şekilde açtım.
  
"Ne var? Ne var?" dedim. "Ben seni istemiyorum anlamıyor musun? Kendi kafanda ikimizle ilgili bir masal uydurmuşsun. Ama hatırlatırım biz gerçek dünyadayız ve benim dünyamda senin gibi birisiyle mutlu olunmaz, olunmuyor! Anlıyor musun beni? Şimdi al o güllerini çek git buradan."
  
"Allah Allah," dedi. "Neden gidecekmişim?"
  
Söylediği cümle üzerine delirmek üzereydim. "Bak var ya tek başına her şeyi kafanda kurgulayamazsın. Benim kararlarıma da saygı duymayı bileceksin," dedim parmağımı tehdit ediyormuş gibi sallayarak. "Benim kararlarımı sorgulayamazsın, sorgulatmam! Şimdi al o çiçeklerini ve git buradan, hemen!"
  
Sinirli bir şekilde bana doğru eğildi. Sinirden titreyen nefesini ensemde hissediyordum. "Sen yarın akşam Tuğçe Başaran olacaksın. Eğer yarın akşama kadar bu sahtekar oyunu bozmazsan kalpsiz soyadını taşıyan senin o müstakbel sevdiğin kaybolur, nasıl mı? İzle ve gör. Sen izleyicisin ben ise oyuncu. Hatta oyunculuğu geçtim yapımcıyım ben."
  
Dudağının kenarında oluşan alaycı gülümseme çok rahatsız ediciydi.
  
"Seni hiçbir zaman sevmeyeceğim Adnan Başaran," dedim. "Hem de hiçbir zaman. Bu sözüm aklında bulunsun, kazı bir kenara. Çünkü bu söz hayal edemeyeceğin derecede doğruluk içeriyor ve sen ise istediğini elde etmişçesine sevinen bir zavallısın, hem de bu doğruluk değerinin içerisinde kaybolmaya mahkûm olan bir zavallı... Sen bu kadarsın Adnan Başaran, hiçbir zaman daha fazlası olamayacaksın, oldurtmayacağım."
  
İstediğini elde edememiş bir insan size nasıl bakıyorsa, o da bana o anda aynen öyle bakıyordu. Bana acı der gibi, zavallı gibi ve bir o kadar da yıkılmış gibi.
  
Tek bir kelime etmeden içeri girerek kapıyı sert bir şekilde kapattım.
  
"Mehmet Kalpsiz kaybolur diyorum Tuğçe, bulamazsın diyorum. Yarın diyorum, çok geç olabilir diyorum. Anlayan anladı Tuğçe." diyerek gitti.
  
Sırtımı kapıya yasladım. Birdenbire hızlanan nefes alışıma engel olamadım. Gözlerimi kapattım ve düşünmeye başladım. Kendimi düşündüm, hayatımı düşündüm ve en çok da Mehmet'i düşündüm. Hayatım tekrardan o karanlık ve yalnızlığa mahkûm bırakıldığım günlere geri dönse bile hatta Mehmet'i üzsem bile kaybolmasına izin veremezdim. Bana, "Ben senin arayış içerisinde olacağım bir kaybediş olmanı istemiyorum," demişti. Bunu en az onun kadar ben de çok istiyordum. Onu çok üzeceğimi biliyordum ama başka şansım yoktu. Başka bir çıkış yolu bulamamak felaketti sanırım, hem de o çıkış yoluna açılan kapının anahtarını bulamamak felaketten bile beterdi. Yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide duruyormuş gibi bir his vardı içimde. Ya ölümüne yaşamayı tercih edecektim ya da yaşarken ölmeyi... Ve ben birinci seçeneğe uzanarak bile yetişemiyordum. Fakat ikinci seçenek uzanmadığım hâlde ellerimdeydi, hiç çaba sarf etmediğim şekilde. Zaten hayatımın iyi olmasına çaba serf ediyorken bile hayatım her zaman kötü olmaya mahkûmdu. Bu hayatın vazgeçilmez bir kuralıydı. Ya günahlı olacaktı ya da günahsız. İyi ya da kötü devam edecekti çünkü buna mecburdu, hem de devam etmesini istemediğin hâlde devam edecekti.
  
Sırtımı dayamış olduğum kapıdan uzaklaştırıp odama gittim. Yatağıma uzanıp uyudum. Her seferinde uyumak için çaba sarf ediyorken o zaman hiç çaba sarf etmediğim hâlde uyumuştum. Hem dedim ya bazen çaba sarf etmediğiniz hâlde çaba sarf ediyorsunuz. Bir anda telefonum çalmaya başladı. İlk başlarda rüya olduğunu zannettim fakat gerçekti. Uyku mahmuru gözlerimle telefonumun ekranına baktım. Mehmet arıyordu. Telefonu açıp, "Efendim Mehmet," dedim.
  
"Tuğçe kapının önündeyim," dedi. "Çaldım ama açmadın. Bir şey oldu sandım."
  
"Yok, sadece uyumuştum merak etme. Bekle geliyorum."
  
Yerimden kalktım, koşarak gidip kapıyı açtım. Karşımda Mehmet'i gördüğüm an senelerce görmemişçesine gözlerim doldu. Birden gülümseyerek bana baktı.
  
"N'oldu?" dedi bana sarılıp. "Niye doldu gözlerin?"
  
"Yok bir şey," dedim. "Özlemiştim."

BANA ÇOCUKLUĞUMU VERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin