24. BÖLÜM

30 7 0
                                    

Ne ara uyuduğumu bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda sabah olmuştu. Yerimden kalkarak masanın üstündeki telefonumdan saate baktım. Saat 05.59 geçiyordu. Pencereden dışarıya baktım. Güneş hafiften kendisini göstermeye başlamıştı. Kar erimesine rağmen hava hâlâ çok soğuktu. Üzerime bir eşofman ve kazak giyindim. Masanın üstündeki telefonumu eşofmanımın cebine koydum. Bir daha giymeyeceğimi düşünüp dolabıma koyduğum montumu çıkartıp üzerime giydim. Odamın kapısını yavaşça açarak merdivenlerden alt kata indim. Dış kapıya doğru yürüdüm. Kilitli olan kapıyı ses çıkmasın diye yavaşça açarak dışarı çıktım. Tam kapıyı kapatacakken vazgeçip tekrardan açılması için ittim. Ayakkabılığın üstüne bırakılmış olan yedek anahtarı alıp tekrardan dışarı çıktım. Kapıyı kendime doğru çekerek kapattım. Aldığım yedek anahtarı montumun cebine koydum. Montumun cebi o kadar sıcaktı ki elimi çıkarmaya üşenip içinde bıraktım. Saçımı montumun cebine koyduğum tokayla bağlayıp ellerimi tekrardan cebime koyarak sahile doğru hızlı adımlarla yol aldım. Kendimi sahil kenarında bulduğumda bir köşede bulunan banka oturdum. Etrafta nadiren birkaç kişi vardı. Gördüğüm yüzler çok tanıdık geliyordu. Gördüğüm yüzlere sanki yıllardır tanıyormuşçasına bakıyordum. Belki de görmek istediğim gibi bakıyorumdur bilmiyorum. Derin bir nefes alıp önüme baktığımda telefonumdan bildirim sesi gelmesi üzerine telefonumu cebimden çıkarttım.

Murat: Geliyor musun okula?
    
Hiçbir cevap yazmadan telefonumu cebime attığım sırada tekrardan bildirim sesi gelmesi üzerine telefonumu koymuş olduğum cebimden çıkarttım.
  
Murat: Cevap vermeyecek misin Aslı?
  
Ellerim telefonun klavyesine değdiğinde tek kelimelik bir mesaj attım.
  
"Hayır."
  
Anında cevap verdi.
  
Murat: Neden?
  
Tam mesaj atacağım sırada aramaya başladı. Telefonu açarak, "Efendim Murat," dedim.
  
"Neden okula gelmiyorsun?" dedi.
  
"Bir nedeni yok. Gelmek istemiyorum."
  
"Neden sesin kötü geliyor?"
  
Sesimi iyi çıkması için zorlayarak, "Hayır," dedim. "Sesim kötü falan değil."
  
"Neredesin?" dedi.
  
"Sahil kenarındayım," dediğimde telefonu yüzüme kapattı.
  
Hiç takmadan telefonu cebime koydum. Kısık gözlerle donuk bir vaziyette denizi izlemeye başladım. Kaç dakika öyle durduğumu bilmiyorum. Yanıma birisinin oturması üzerine resmen kilitlenmiş olarak baktığım yerden gözlerimi çekerek yanımdaki kişiye yönelttim.
  
"Murat?.." dedim soru soruyormuşcasına. "Ne işin var burada?"
  
"Ne yani sahil kenarına gelemez miyim?" dedi.
  
"Gelebilirsin de, şaşırdım sadece."
  
Tam bir şey diyeceğim sırada, "Konuşma," dedi.
  
"Neden?.." dedim.
  
"Biliyorum bu durumu..."
  
"Hangi durumu?"
  
"Şu an içinde olduğun durumu biliyorum. Sadece susmak istediğini biliyorum. Boş ver konuşma. İstediğin sadece susmaksa sus ve hiç konuşma. Acı çektiğinin farkındayım."
  
"Ben," dedim bakışlarımı Murat'ın yüzünden kaçırarak. "Ben acı çekmiyorum ki..."
  
"Beni kandıramazsın Aslı Kalpsiz," dedi.
  
"Nereden anladın?" Başımı önüme eğdim.
  
"Gözlerinden..."
  
"Nasıl anladın?"
  
"Anladım işte... Bir cevabı yok."
  
"Oysa ben kendimi iyi gösterdiğimi zannediyordum."
  
"Kendini iyi gösteremiyorsun demedim. Kendini iyi gösterebiliyorsun. Ama gözlerin... Gözlerin hiçbir şeyi saklayamıyor. Gözlerini hep bir yerlere kaçırıyorsun ve bakışlarının değdiği yeri dakikalarca seyrediyorsun."
  
Bakışlarım tekrardan Murat'ın yüzünü bulduğunda, "Bir yere bakma süreme göre mi acı çektiğimi anladın?"
  
"Hayır," dedi. "Bir yere bakma sürene göre değil, o yere nasıl baktığına göre anladım."
  
"Nasıl bakıyordum ki?.."
  
"Hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir şey hissetmiyormuş gibi, duyguların silinmiş gibi... Nasıl desem? Zaman durmuş gibi, kaybolmuş gibi... Ve kimse bulamayacakmış gibi, kimse görmüyormuş gibi bakıyorsun. Bakışlarını değdiği yerden çekmiyorsun. Bir şey düşünmek istiyorsun. O an bütün seslere sağır oluyorsun, kulak verdiklerin sadece kafanın içindekiler oluyor. Sonra bir anda kendine geliyorsun ve bomboş bakıyorsun. Sadece bomboş..."
  
"Yaşamış gibi konuşuyorsun."
  
"Bence bu durumu yaşamayan yoktur diye düşünüyorum."
  
Bakışlarımı Murat'ın gözlerine diktim. "Neden anlatıyorken acı çekiyormuş gibi yutkunuyorsun?" dedim. "Senin de susup düşünmek istediğin bir şey var sanki?.."
  
"Hayır," dedi. "Aslında düşünmek istemiyorum. Düşünmemek için aklımı başka şeylerle meşgul etmeye çalışıyorum."
  
"Neyi düşünmek istemiyorsun?"
  
Bir anda dişlerini sıktı. Aklının bir köşesinde unutmak istediği şey kendisini gittikçe belli ediyordu. Ne kadar acı çektiği yutkunmaya çalıştığı boğazından belliydi. Bir şey vardı. Bir acı vardı ve bu acı boğazını yakıyordu.
  
"Tamam," dedim. "Anlatmak zorunda değilsin."
  
Başını hafiften önüne eğerek, "Anlatmak istiyorum, ama anlatamıyorum," dedi.
  
"Anlatma, eğer ki acı veriyorsa anlatma."
  
"Anlatsam da anlatmasam da acı veriyor. Ama anlatmak istediğimde boğazım ağrıyor, yemin ederim ki dayanamıyorum. O gün silinsin aklımdan... Silinsin artık!"
  
Gözünden yaş geldiğinde dişlerini daha çok sıktı. Omzuna dokunarak, "Yapma, yalvarırım yapma!" dedim.
  
Ne anlamda söylediğimi anlamamış gibi yüzüme baktı.
  
"Ağlama," dedim. "Ben... Ben bir erkeğin ağlamasına asla dayanamam."
  
"Neden?" dedi. "Erkekler ağlayamaz mı?"
  
"Ağlar, tabii ki de erkekler de ağlar ama nasıl anlatacağımı bilmiyorum... Hani kızlar erkeklere göre daha duygusallardır, daha çok ağlarlar ama erkeklerin ağlaması nadiren görülür. Ya bilmiyorum işte, anlatamıyorum. Kısacası bir erkeğin ağlamasına dayanamam. Çaresizlikten ağlıyorlarmış gibi gelir bana..."
  
"Anlatamıyorum... Özür dilerim," dedi.
  
Sesi o kadar yürek yakıcıydı ki yanında hıçkırıklar içerisinde ağlamamak için kendimi çok zor tutuyordum. Neydi? Ona bu kadar acı veren şey neydi? Anlatamıyordu. Dayanamıyordu. Dayanamıyordum...
  
"Sen," dedi. "Sen neden geldin buraya? Seni sabah sabah buraya sürükleyen şey neydi?"
  
"Bilmiyorum," dedim. "Dışarı çıkmaya ihtiyacım vardı."
  
"Kısacası biz ona uzaklaşmaya ihtiyacın vardı diyelim."
  
"Evet, hem de çok ihtiyacım vardı."
  
"Neden?"
  
"Bilmiyorum, sadece uzaklaşmak istedim. Nedenini bilmiyorum."
  
Bakışlarını yüzümden çekip denizi izlemeye başladı. Birkaç dakika sonra bakışları yüzümü tekrardan bulduğunda, "Biliyor musun?" dedi. "Bana iyi geliyorsun."
  
"Ben mi?" dedim biraz şaşkın bir ifadeyle.
  
"Evet, sen..."
  
"Bilmiyordum."
  
"Yani nasıl desem? Böyle kendimi sana çok yakın hissediyorum. Bunu başka bir anlamda anlama. Bana iyi geliyorsun işte. Seninleyken sana her şeyi anlatmak istiyorum. Daha doğru düzgün tanıyamadığım bir kişiye kendimi bu kadar yakın hissetmem doğru mu bilmiyorum."
  
"Şu an ne denir açıkçası bilmiyorum," dedim önüme bakarak.
  
"Bilme," dedi. "Bilmesen de olur."
  
İkimize de uzun bir sessizlik hakim oldu.
  
"Sen," dedim. "Buralı mısın?"
  
"Hayır, buralı değilim," dedi. "Hem yarın gideceğim zaten."
  
"Neden gideceksin?"
  
"Ait olduğum yere dönmek zorundayım. Fakat biliyor musun?.." Kısa bir süre sustuktan sonra, "Ait olduğum yerden bir o kadar da uzağım," diye ekledi.
  
"Neden?" dedim.
 
"Başka bir çarem yok. Kardeşimin yanına gitmeliyim."
  
"Kardeşin annen ve babanın yanında değil mi?"
  
"Benim bir babam yok!" dedi sinirlenmişçesine.
  
"Peki annen?.."
  
"Annem öldü," dediğinde dişlerini sıktı. Gözlerinden gelen yaşlara bir türlü engel olamıyordu.
  
Yüzünü yüzüme dönerek kısa sürede kıpkırmızı olmuş gözlerini gözlerime dikti. "Hem de kollarımda öldü."
  
"Nasıl? Nasıl kollarında öldü? Şaka... Şaka değil mi?"
  
"Bu işin şakası mı olur zannediyorsun? Gözlerimin önünde annemi öldürdü!"
  
"Kim? Kim yaptı?.."
  
"Babam yaptı!" dediğinde kendisini kaybetmiş gibi görünüyordu. Yıllarca bu acıyı içinde tuta tuta mahvolmuştu. Başını havaya kaldırarak gökyüzüne baktı. Bacağının üstüne koyduğu elini kendisine doğru çekerek yumruk hâline getirip sıktı.
  
"Of," dedi acı içerisinde kıvranarak. "O günü unutamıyorum. Silinmiyor, kafamı başka şeylerle meşgul ediyorum olmuyor. Silinmiyor, silemiyorum!"
  
"Tamam," dedim omzuna dokunarak. "Geçecek, geçecek sakin ol.."
  
"Ne zaman? Ne zaman geçecek? Söylesene ne zaman?"
  
Sustum, hiçbir şey diyemedim. "Ölünce geçecek değil mi?" dedi acı acı gülümseyerek.
  
Başımı önüme eğdim. Elimle diğer elimin parmaklarını sıkarak, "Benim de..." dedim. "Benim de annemi babam öldürdü."
  
"Şaka yapmıyorsun değil mi?" dedi.
  
"Bu işin şakasının olmayacağını kendin söyledin. Yıllarca öz babamın başka birisi olduğunu biliyordum. Ama öz babam on yıl sonra ortaya çıktı."
  
"Ve aslında öz babanın anneni..." der demez Murat'ın sözünü keserek, "Cümleyi nasıl tamamlayacağını biliyorum," dedim. "Duymak istemiyorum."
  
"Zaten duymuyor musun?" dedi.
  
"Neyi?"
  
"Her gün içinden tekrar etmiyor musun? Bilmiyor musun? İçindekilere kulak vermiyor musun?"
  
"Ama bunu duymak daha da acı veriyor. Bu yüzden söyleme."
  
"Bir gün babam bana, 'Ben seni ve kardeşini hiç sevmiyorum. Babanızın bile sizi sevmediği şu dünyada sizi kim ne yapsın?' dedi. İşte ben o gün anladım baba demekle baba olunmadığını," dedi boynunu ovalayarak.
  
"Baban öldü mü?" dedim.
  
"Bilmiyorum, en son hapishanedeydi. Hem baba falan diyorum ama öyle baba dediğim için baba olmuyor. Baba dediğin dizilmiş dört harften ibaret olmamalı. Baba sevgisi hiçbir zaman görmedim, göstermedi. Hem öyle babadan sevgi gelse ne yazar? Öyle sevgi olmaz olsun. O sevginin canı cehenneme."
  
"Sen şimdi gerçekten yarın geri mi dönüyorsun?"
  
"Evet, mecburum. İnan ki ilk defa oturup birisiyle böyle konuştum. Gerçekten çok teşekkür ederim."
  
"Ne teşekkürü? Asıl ben teşekkür ederim."
  
Oturduğu yerden kalkarak elini cebine koydu. "Okula mı gideceksin?" dedim.
  
"Hayır," dedi. "Biraz yürüyelim mi?"
 
"Olur, yürüyelim." diyerek yerimden kalktım. Yanına gittim. Beraber hiçbir şey konuşmadan uzun uzun yürüdük. Bu uzun sessizliği bozan Murat oldu.
  
"Şu an öz babanla mı yaşıyorsun?" dedi.
  
"Evet," dedim.
  
"Peki, yıllardır baban bildiğin kişinin aslında baban olmadığını nasıl öğrendin?"
  
"Annem ölmeden bir gün önce bir deftere bütün hayatını yazmış. O defter sayesinde öğrendim. Aslında o defter olmasaydı belki de ölene dek babam olmayan kişiyi babam zannedecektim."
  
"İyi ki annem o defteri yazmış mı diyorsun?"
  
"Evet, aynen öyle diyorum. İyi ki de yazmış."
  
Murat'a bakarak, "Bu olay olduğunda kaç yaşındaydın?" dedim.
  
"On dört yaşındaydım," dedi.
  
"Peki kardeşin kaç yaşındaydı?"
  
"On yaşındaydı. Şu an on beş yaşında. Bu olay beş yıl önce oldu."
  
"Peki kim baktı size?"
  
"Teyzem yaklaşık bir sene boyunca baktı. Bir gün eşiyle konuşurlarken duydum, 'Daha bunların karnını ne kadar doyuracağız?' diyordu. Konuşmalarını duyduğum o gece kardeşimi de alıp evden çıktım."
  
"Nereye gittiniz?"
  
"O eve gittik," dedi yutkunarak. "Önceden yaşadığımız eve."
  
"Peki ya sonra?" dedim. "Nasıl bakabildin kardeşine?"
  
"Hem okudum hem çalıştım. Zor da olsa beş yılı geride bıraktık."
  
Hiçbir şey demeden gülümsedim. Cebimden telefonumu çıkartarak saate baktım. Saat 09.12 geçiyordu.
  
"Evdekiler merak etmiştir beni," dedim.
  
"İstiyorsan gidebilirsin," dedi. "Merak etmesinler boşuna."
  
"İstemiyorsan gitmeyebilirim."
  
"Yok zaten benim de işe gitmem gerekiyor."
  
"Ne işi?"
  
"Çalışmak için geldim buraya. Yaklaşık dört aya yakın bir süredir buradayım. Hem okulumu devam ettiriyorum hem de çalışıyorum."
  
"Anladım," dedim önüme bakarak. "İyi yapıyorsun."
  
"Tamam o zaman," dedi. "Kendine iyi bak."
  
"Sen de kendine çok iyi bak."
  
"Konuştuklarımız aramızda kalsa olur mu?"
  
"Olur tabii ki de. Söylemem kimseye hiç merak etme."
  
Murat yüzüme bakıp gülümseyerek ağır adımlarla hızlı bir şekilde uzaklaştı. Gözden kayboluncaya dek bir an olsun gözümü üstünden ayırmadım. Gözden kaybolunca geri dönerek evin yolunu tuttum. Eve hiç gitmek istemiyormuş gibi bir hâlim vardı. Elimi koymuş olduğum cebimden çıkararak dağılmış olan saçımı açıp tekrardan topladım. Yanıma para almadığım için bir taksiye binemedim. Eve kadar yürüyerek gittim. Resmen yürümekten ayağıma ağrılar girmişti. Kendimi evin kapısının önünde bulduğumda sabah yedek olarak aldığım anahtarla kapıyı yavaşça açtım. Anahtarı tekrardan ayakkabılığın üstüne bıraktım. Eğmiş olduğum başımı kaldırdığımda bana sinirle ve biraz rahatlamış bir şekilde bakan yüzlere denk geldim. Babam yanıma yaklaşarak, "Bizi meraktan öldürecektin," dedi. "Bize haber vermeden neden evden çıktın?"
  
"Baba biraz hava almak istedim," dedim.
  
"Bize haber verebilirdin."
  
"Baba gerçekten hiç konuşmak istemiyorum. Yorgunum, sadece yatmak istiyorum."
  
"Peki okula gitmeyecek misin?"
  
"Gitmeyeceğimi dün de söyledim," diyerek odama doğru yol aldım. Merdivenleri çıkarak odama gittim. Üzerimdeki montu çıkartıp bir kenara atarak yatağıma uzandım. Bu aralar yapmak istediğim tek şey uyumaktı. Tam gözlerimi kapatacağım sırada telefonum çalmaya başladı. Yerimden kalktım. Saate baktığımda eşofmanımın cebinden çıkarıp montumun cebine koyduğum telefonumu bir kenara attığım montumun cebinden çıkarttım. Arayan Murat'tı. Aramasına cevap vererek, "Efendim," dedim.
  
"Eve gittin mi?" dedi.
  
"Evet, evdeyim şu an."
  
"Tamam, iyi o zaman. İyi bak kendine."
  
"Teşekkür ederim. Sen de iyi bak kendine."
  
"Ben de teşekkür ederim."
  
Murat'ın telefonu kapatması üzerine telefonumu masanın üstüne bırakarak yatağıma geri döndüm. Yorganımı üstüme çektim. Gören bütün gece uyumadığımı zannedecekti. Elimi yastığımın altına koyarak gözlerimi usulca kapattım. O kadar yorgunmuşum ki hemen uyumuşum. İkide bir uykudan uyanıyor, yerimden hiç kıpırdamadan tekrardan uykuya dalıyordum. Odamın kapısının çalması üzerine uykudan uyandım. "Gel," demem üzerine Melek kapıyı açarak odaya girdi.
  
"Günaydın," dedim.
  
"Ne günaydını Aslı?" dedi. "Neredeyse akşam olacak."
  
"Hâlâ uykum var biliyor musun?"
  
"Hasta mısın yoksa?"
  
"Yok, gayet iyiyim. Sadece çok yorgunum."
  
"O zaman ben çıkıyorum. Biraz daha dinlen. Kendini iyi hissettiğinde aşağıya inersin."
  
"Olur, inerim."
  
Melek odadan çıktığında tekrardan uyumak için gözlerimi kapattım. Bir o yana bir bu yana derken bir türlü uykum gelmedi. Masanın üstündeki telefonumu alarak odamdan çıktım. Salona indiğimde salonda kimse yoktu. Melek'in odasına doğru giderken gözüm duvardaki boy aynasına çarptı. Yavaş adımlarla boy aynasına doğru yürüdüm. Neden bilmiyorum ama kendime bakınca gözlerim dolmuştu. Tam o anda Melek odasından çıkarak geldi. Melek'in geldiğini fark ettiğimde boy aynasının önünden çekilip Melek'e doğru iki adım attım. Melek hızla yanıma yaklaştı.
  
"Aslı," dedi. "Ne oldu? Neden gözlerin dolmuş?"
  
"Yok Melek, gözlerim falan dolmamış," dedim yüzümü aynaya dönerek.
  
"Gözümle gördüğüm şeyi inkâr mı ediyorsun?"
  
Melek yanıma gelip aynayı gösterdi. "Neden bakmıyorsun gözlerinin içine?" dedi.
  
Bakışlarımı yavaşça aynadan gözlerime yönelttim. Gözlerime bakınca gözyaşlarım akmak için saniyeleri sayıyordu.
  
"Aslı, ne oldu?" dedi Melek. "Kötü bir şey mi var?"
  
"Yok," dedim. "Kötü bir şey yok."
  
"Peki neden doldu gözlerin?"
  
Gözlerime uzun uzun baktım. Akan gözyaşlarıma hiç engel olmadan, "Ne olur kimseye söyleme ama çok yoruldum," dedim titrek ve kısık sesimle.
  
"Yapma," dedi Melek bana sarılarak.
  
Dakikalarca hiçbir şey demeden bana sarılmaya devam etti. Sonra beni bırakıp yüzümü tekrardan aynaya döndürdü.
  
"Eğer hâlâ bakabiliyorsan gözlerinin içine, yaşadığını unutmadan hayatına devam edeceksin,"  dedi.
  
"Bir boşluktayım Melek," dedim. "Tuttuğum ipe sarılmışım, ne bırakabiliyorum ne de çıkabiliyorum. Ne yaşayabiliyorum ne de ölebiliyorum. Şu dünyada ölüm en güzel şey olmalı..."
  
"Hadi gel, odama geçelim." Melek'in cümlesi üzerine gözlerimi aynadan ayırarak Melek'in odasına doğru yol aldım. Odaya geldiğimde yatağın üstüne oturdum. Melek, bana doğru gelerek hemen yanıma oturdu.
  
"Sen," dedi. "Nereye gittin bu sabah?"
  
"Sadece hava almak istedim," dedim.
  
"Sana sabah sabah nefes aldırmayan şey neydi?"
  
"Düşüncelerim..."
  
"Ne düşündürdü sana düşüncelerin?"
  
"Bana acıyan gözler..."
  
"Kim acıdı ki sana?" dedi. "Senin acınacak hâlin yok ki..."
 
"Ama bana bakan gözler öyle söylemiyordu," dedim.
  
"Yoksa, sen kendine acıyor musun?"
  
"Acımalı mıyım?"
  
"Hayır, tabii ki de hayır!" dedi koluma dokunarak.
  
"Emin misin?" dedim.
  
"Evet, tabii ki eminim. Senin acınılacak bir hâlin yok."
  
"Bilmiyorum Melek, bilmiyorum. O bakışlardan nefret ediyorum. O bakışlar değmesin yüzüme, silinsinler gözlerden."
  
"Bu yüzden mi okula gitmek istemiyorsun?"
  
Derin bir iç çektim, "Sanırım evet," dedim. "Nefret ettiğim şeyi bana yapmasınlar. Ya yalvarıyorum yapmasınlar."
 
"Bu onların ayıbı Aslı," dedi. "Boş ver, üzme bu kadar kendini. Baksana zarar veriyorsun kendine."
  
"Olmuyor, yapamıyorum! O bakışlar çıkmıyor aklımdan. Herkes acıyor bana, acıyarak bakıyor yüzüme."
  
"Sen onların nasıl baktığına göre mi değerlendireceksin kendini? Onların bakışlarına göre mi belirleyeceksin yerini? Bu sence de haksızlık değil mi?"
  
"Kendimi nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Anlatamıyorum, kelimeler yetmiyor bunu anlatmama. Sadece acıyarak bakmasınlar bana. Ben başka bir şey istemiyorum. Acımasınlar!"
  
"Su getireyim mi?"
  
"Hayır Melek odama gideceğim zaten."
  
Oturduğum yataktan kalkarak odama doğru yol aldım. Merdivenleri hâlsiz bir şekilde çıkıp odama girdim. Kapıyı kapatarak yatağıma uzandım. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Gözlerimi kapatır kapatmaz o acıyan bakışları gördüm. Bir o yana bir bu yana döndüm. En sonunda dayanamayıp yerimden kalktım. Bir köşeye attığım montumu alarak odamdan çıktım. Alt kata inip evden çıktım.

BANA ÇOCUKLUĞUMU VERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin