"Dünya'ya neden şimdi gitmiyorum?"
Bu düşünce aklımda dönüp dururken bunu düşündüğüm için kendimi suçlu hissetmeye başlamıştım. Bu düşünce aklıma ilk düştüğünde, aklımdan geçen en güçlü düşünce Jaime'ydi. Hayatta sahip olduğum arkadaşım diyebileceğim tek insandı Jaime. Onu bırakıp gidersem ömür boyu kendimi affedemezdim. Sonra Simra vardı. Bana sahiplenmeyi, karşılıksız sevmeyi öğreten ilk canlıydı. Kendimi ait hissettiğim tek gerçekti. Onu da bırakamazdım, üstelik öleceklerini bile bile bunu asla yapmazdım.
Dünya'yı kurtaracak bilgileri de aşağıda bırakmıştım. Onlar olmadan Dünya'ya gitmem anlamsızdı. İki türlü de eninde sonunda ölecektim. Bluish'lere verdiğim onları kurtaracağıma dair sözüm de zihnime süzülünce vazgeçmem kesinleşmişti artık benim için.
Önümdeki kocaman karanlık boşluğa baktım. Belirtilen rotada biraz daha yıldızdan uzaklaşmıştım. Uzaydaki yıldızlar arası maddenin yoğunlaştığı, belirlediğimiz bölgeye doğru ilerlemeye devam ederken, mekikte ses yoktu. Şuan da beni merak ettiklerini biliyordum.
Uzayda olmayı özlediğimi fark ettim. Ben astronot olmak için doğmuştum sanki. Önümdeki kocaman boşluk beni korkutuyor aynı zamanda da heyecanlandırıyordu. Aslında Dünya hariç her yeri sevdiğim fikrine kapıldım birden. Evet, Dünya'yı sevmiyordum. Daha doğrusu insanlığı sevmiyordum. Çirkinlikleri, kötülükleri, savaşı, ölümleri, zulmü sevmiyordum. Belki de bu yıldızı bu yüzden çok sevip ona bağlanmıştım. Bluishler sevgiyi, merhameti, güzelliği biliyordu. Doğayla iç içe yaşamayı, aynı zamanda da teknolojiyi biliyordu.
Dünya'yı sevmediğim halde onları neden kurtarmak istediğimi anlamıyordum. Belki de benim gibi kimsesiz çocuklara duyduğum merhametten kaynaklıydı bu kahraman olma isteğim. Kahraman olunca ne olacaktı sanki? İnsanlık beladan kurtulunca yine kötüleşecekti. İçimde bunca zamandan sonra hissettiğim umut hissiyle sarsıldım. Umut etmek böyle bir şey miydi? İyiliğin, masumiyetin, doğanın, mutluluğun iç içe olduğu bir dünyayı umut etmek böyle güzel mi hissettiriyordu?
Jaime'yi uzun zaman sonra ilk kez anlıyordum. Dünya'ya dönme isteğini, ailesine olan özlemini, onların yaşama ihtimaline olan inancını ilk kez anlıyordum. Ona yaptığım haksızlıkları düşündükçe kendimden nefret ediyordum. Bir de onu bırakıp gidecektim öyle mi? Onu karşımda çaresizce ağlarken gördüğümdeki hislerimi, çaresizliğimi unutamıyordum. Belki daha önce harekete geçmiş olsaydım elli yıl gibi uzun bir süre geçmeden Dünya'ya dönmüş olacaktık.
Pişmanlığım elle tutulur biçimde yüreğime ağırlık yaptığında gözlerimi kapadım. Zamanı geriye alamazdım ama ilerisi için elimden geleni yapabilirdim. Gerçi ben bunları yaşamasaydım, geçmişteki tavırlarımı böyle düşünüp tartabilir miydim? Tecrübe değil miydi bizi olgunlaştıran? Ben tecrübelerimi pişmanlıklarla yığınlamış, kendime ömür boyu sürecek bir ağırlık bırakmıştım. Kendime bir kez daha söz verdim.
"Jaime'yi ne olursa olsun ailesine kavuşturacağım."
Uzayın sonsuz karanlığında ilerlerken Dünya'nın nerede olabileceğini düşündüm. Ne tarafta kalıyordu insanlık? Şu sonsuz karanlıkta ufacık bir ışığın etrafında dönen küçücük bir gezegende yaşayan insanlık, saldırıya uğradığında mı evrenin tek sahibi olmadığını anlayacaktı?
Gelen bildirim sesiyle irkilirken ekrana yanıp sönen kırmızı ışığa baktım. Bilinmeyen hareketli bir cisim yaklaşıyordu. İrkilerek oturduğum yerde dikleştim. Kırmızı ışık yaklaşmaya devam ederken ne yapacağımı düşündüm. Ne olabilirdi? Ya bana zarar verirse? Mekikte silah yoktu. Bu detayı nasıl atlamıştım. Silahlandırmayı neden yapmamıştım ki? Evrendeki tüm kötülükler bizi mi bulacaktı?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HUMAN
Science Fictionİki astronot " Asrın Kaderi" adlı görev için uzaya gönderiliyorlar. "O her zaman yalnızdı."