Karanlık sonsuzdu, karanlığı severdim. Sonsuzluğu da fakat bu sonsuzlukta yalnız kalma korkusu kemirir dururdu bazen içimi. Yanımda olan tek kişide giderse ne yaparım diye düşünür, kendimi çıkmazda bulurdum.
Geceyi, karanlık kadar seviyordum ama bu, burada tek başıma kalacağım anlamına gelmiyordu. Ben küçük odamda geceyi seviyordum, kilitli kapının içinde güvende hissettiğim anda. Ama kendimi şu an hiç de güvende hissetmiyordum. Tam tersi, Adar'ın gözlerindeki o saf olmayan ifadeden kötü bir şey olacağını bile düşünüyordum.
Birkaç adam vardı evde ama ben onları tanımadığım için istemesizce kasılıyordum. Berzan olsaydı belki bir kıt daha rahat ederdim diye düşündüm. Onu da tanımıyordum ama en azından konuşurdu benimle ve kafamdaki korkuyu silerdi.
Işıklar sönüktü ve sadece televizyonun ekranı açıktı. Ekranda oynamaya devam eden filmde gördüğüm her sahne saçma geliyordu. Kimin bu kadar normal hayatı olabilirdi ki? İlla bir sıkıntı çıkmaz mıydı? Yoksa tüm anormallikler bizim başımıza mı gelmişti?
Ömür boyu mükemmel geçen aile hayatından sonra üniversiteye giden kızın aşık oluşu ve o çocuk ile sevgili olup daha da mutlu oluşunu izliyordum. Ve şaka gibi gelse de sabahtan beri bir olay çıkmasını ve kızın huzurunun bozulmasını bekliyordum. Ama böyle olurdu, sadece hayatımızda değil filmlerde de.
Ekranda gördüğüm köz parçaları ile yüzümdeki ifadesizlik ortadan ikiye ayrıldı. Bir tarafında pişmanlık, bir tarafında ise hayal kırıklığı belirdi. İçimdeki hislerin kaça ayrıldığını bilmiyor, tahmin de edemiyordum.
Köz parçalarını gördüğüm yer bir sobaya ait değildi ama benim anılarımdaki sadece bir sobanın içindekilere aitti.
O sahne zihnime kan damlaları kadar acı verici haliyle düştü. Biliyordum, o sahnede kimsenin yüzü gülmemişti. Gülemezdi.
Ortaokul döneminde bir kız çocuğu vardı ve arkadaşının doğum gününe gitmek istedi. Annesi, babasının izin vermeyeceğini bildiği için hiç sormamış ve kızına, "İzin verdi," demişti. Kız çocuğu duyduğu anda heyecanla dolabının kapağını açmış ve annesinin ona aldığı ama bir kere bile giremediği kıyafeti eline almış. Giymiş, süslenmiş, yola çıkmış. Ama annesi yolda bir şey daha eklemiş: "Dönüşte benim çalıştığım dükkana gel. Eve bensiz dönme," diye tembihlemiş. Ve kızının yanağına öpücük kondurarak sırtını ona dönerek gitmiş.
Ne kadar da yolunda gidiyordu her şey. Sahnedeki her an kızın arkadaşları ile mutluluğunu izledim. Çok güzel gülüyordu, ya da ilk kez bu kadar içten gülüyordu.
Ama talihsiz bir olay elbette gelmeliydi. Ve gelmişti de. Annesinin çalıştığı yere gitmişti babası, kızı orada görmeyi beklerken görmemiş. Annesi ne kadar ödev için dese de babası o eve gelmiş ve kızı kolundan tuttuğu gibi eve doğru götürmeye başlamış.
Evin kapısı açıldığı gibi kızın yüzüne yediği sert darbe ile senselenmiş. Bu acı değilmiş onu ağlatan, bunu hak etmemiş olmasıymış. Babası, annesine döndüğü gibi, "Ya bulsalardı?" diye bağırmış. Kız anlamsızca izlemiş ikisini. Yıllar geçse de bunun cevabını alamamış.
Kimi bulsalardı?
Kim bulsaydı?
Kızın gözyaşları zemine akmadan annesi onu kaldırarak odasına götürmüş. Kız ne olduğunun farkına varamadan annesi kapıyı kilitlemiş ve kızı odada yalnız bırakmış. Genç kız dinlemeye çalışmış. Annesinin sesi babasının altında ezilmiş.
"Orada ne işi olur ki? Sinan'da oradaydı. Kızlara sahip çıkardı," diye savunmaya geçen annesini dinlemeye başlamış.
"Her yerde olabilir, anladın mı? Eğer bulsaydı ne olurdu biliyor musun?!" Büyük bir ses duymuş. Bir tokat sesi... Annesinin zemine sertçe düştüğünü anlamıştı kız. Bu sesi zaten zihninde yer edinmişti.