"Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı."-Albert Camus-
Kırılmış boşluğun kesin bıçakları saplanmıştı her yanıma. Etrafa bakan her saniye sadece düşüncelerini dinleyen varlığın...düşünemedikleriydi, hayat.
Grinin tonları koyulaşıyorken yalnızca kendini duyan kulaklarıma sesler ilişti. Biri doğrudan beni etkisi altına alır biçimdeydi. "Ne anlattın bu kâğıtta?" sert ses kapalı havaya sahip bir gün için fazla sesli ve tonluydu. Başımda cevap bekleyen bir yandan da hızlı hızlı dizinin titremesini izlediğim öğretmene bakmadan "Kaybolmak." Dedim. Düşünür bir ses duyuldu hafiften. Neyi düşündüğünü düşündüm bir süre. Gerçekten kaybolmayan biri, kaybolmanın ne demek olduğunu bile bilir miydi?
Hiç bembeyaz kâğıtta ne yapacağını bilmeyen bir kalem gördünüz mü? Derin gri gökyüzü, insanların ruhlarını uykuya teslim etmek istercesine kapanıyordu durmadan.
"Saçmalık Jeon. Sadece saçmalık görüyorum, burada. Kaybolmak mı, dalga mı geçiyorsun benimle?" Bilemez ve göremezmiş sanırım.
Masanın üzerinde tek duran kaleme uzandım elimde bir şey olursa, uğraşacak herhangi bir şey öğretmenin konuşmaları arasındaki nefes boşluklarında kaçabilirdim. Kalemi elime almamla elimdeki kalemi alıp yere fırlattı. "Eski sana ne oldu? Nerede bizim okulumuzu temsil eden tablolar?" Sorusana cevap bekledi birkaç saniye. Bense sadece gözlerimi kaçırdım, o da konuşmak için vaktini bulmuştu. "Kaç aydır böylesin farkında mısın?" Acır tonlarda başlamış olduğu cümleye sert ve otoriter olarak bitirmişti. "Ya kendini topla ya da sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaksın Jeon." Bayan vermediğim her cevap için sinirlendiğini açıkça belirtmiş elindeki çizimi masama çarpmıştı. Sessizliğin beni dik dik izlediğini bilsem de kafamı Bayan Etryie güçlükle çevirdim. Zemin beni aşağıya doğru çeken bir girdap misaliydi sanki.
Dudaklarımın arasından koşarak kaçan kelimeden hemen sonra zaman göreceliliğini kullanmış ve hızlanmıştı. "Kayboldu." Oturduğum yerden kalkıp ilerlerken bağıran öğretmeni dinlesem de duymayarak hızlıca önce koridora sonra bahçeye attım kendimi. Ben de bilmiyordum ki ne olduğunu. Bilseydim böyle mi olurdu, olur muydu?
Hava kararmaya yakın bir sürü çağrı düşmüş telefonumu açtım, parlak ekranında yazan isimleri görmeden arabaların bir hışımla geçtiği köprü de çıkan kavgaya takıldı gözlerim. Ne hissetmeliydim? Heyecan, korku... hangisi? Bilemiyorum. Kendime ne olduğunu artık anlamlandıramıyordum. Her türlü ağır sözlerin yanından geçerken arabadaki ağlayan çocuğun sokak lambası sayesinde görülür hale gelen göz yaşları ilişti araya. Babasının aldığı darbeye karşı bağırıyor, cama sertçe vurmaya çalışıyordu gücü yettiğince. Adamın yere düştüğü an, düşen adamın yere bıraktığı sopayı hızlıca kapan diğer adamdaydı tüm odağım. Yerdeki adamın kafasına doğru yaptığı hamleye karşı, tepkisiz kalamayan sinir sistemimim ayaktaki sopalı adama karşı hamle yapmak için deli gibi koşarken bulmuştum kendimi.
Bir kez sopayı adama vurup geri çekerken yanlarına ulaşıp adamın çenesinin altından ona karşı verdiğim tepkiyle afallayıp otururcasına yere düştüğünü gördüm. Tüm sakinliğini koruyan bedenim olay karşısında sadece delirmişçesine nefes alıp veriyordu. Yutkunamıyor, nefes almayı bir saniye geciktirsem boğulacak gibi oluyordum.
Yerdeki adam için titreyen ellerime rağmen acil çağrı sisteminin numaralarını girerken o yavaşça kıpırdanıp ayağa kalktı. Arkama dalgın gözlerle baktığı sırada kontrol amaçlı dönerken kafamda oluşan derin acıyla iki büklüm oluvermişti koca bedenim. Sıkı sıkı tuttuğum kafamdan elimi çektiğimde kırmızı boyanın en canlısını gördüm.
Canın acımasının verdiği anlık sinirle kendini kaybetmişti tekrar. Sert bir yumruk savurdu boşa. İki... üç isabetli ya da değil içinde uyanmış öfkeyi kontrol altına alamıyordu belki de sorun buydu. Duyguların kontrolü olmalı mıydı ki? Yaptığı şeyin bir felakete dönüşmemesi için. Donuk bir ifadeyle bir anda bedeni durdu. Aklını saran karanlık uyandığında en kısa sürede buradan ne kadar sürede kaçabilirse o şekilde uzaklaşmak istedi. Yerden çantasını kapıp hızla koştu. Derin nefesler ciğerlerinin haykırışı şeklinde yankılanan tamamen kararmış gecede yaşam belirtisi sunuyordu. Kafasındaki yara için yürüğü sokağın üzerinde bulunan alışveriş merkezinin lavabosuna girdi. Aynada tanıyamadığı kendini geçip yarasına kaydı elleri. Dikiş atılacak kadar değildi eskiden dövüş sanatlıyla da ilgilendiği zamanlarda aldığı yaralardan bunlar tanıdıktı, birazda olsa. Anıları gibi.
Çantasında kıyafetlerinden birini bastırdı ve bekledi. Yola dönmeden aldığı yara bandıyla saçlarının biraz içinde kalan kısmı dışında olan yere yara bandını yapıştırdı.
Az önce adam için koşan bedenle bunun arasında çok büyük fark vardı. Duygularını tekrar uyandırmalıydı, tıpkı Bayan Etryie'nin kastettiği gibi ne yapıyordum ben? Farkında olmasam da evin yakınlarına kadar koşarak gelmiştim.
Ağaca tırmanıp hiçbir şey olmamış gibi odaya atlamak istiyordum. Sessizliği sağlamak için koşmaktan nefes nefese halimdeki kendimin nefeslerini yavaşlattım. Soğuk olmasa bile yüzümden akan terler üşümeme neden oluyordu. Ağacın tepesinde öylece oturmak az da olsa huzur verecek bir an yaratmıştı. Yeryüzünden ne kadar uzak o kadar iyiydik aslında. Biz insanlık zaten gökyüzünde yaratılmadık mı ilk? Şu anki durum bizim ruhumuza yapılan büyük bir cezaydı.
Yasak elma iki kişiye yasaklanmıştı, onlar bile yalnız değildiler.
Sanat okulunda konuşacağım çok insan vardı ama duyacak kimse... onların gözünden varlıklı ve uğraşmadan okula kabul edilmiş, soğuk, diğerlerini küçük gören. Bu yargılardan sıkıldım hem de çok ama çok.
Camdan bana bakan kız kardeşimi görene dek sadece düşüncelerimde olduğumu fark ettim. "Ne yapıyorsun orada ağaçkakan?" duyduğum kelimeyle, alışık olduğum çocukluk dönemlerinde ki anahtar kelimenin verdiği hisse karşılık olarak bedenim onu duyduğunu gülümseyerek belirtti. "Sonunda biraz gülümseme!" heyecanlı tatlı sesi daldan ona doğru adımlayıp içeriye atladım. Gülümseyen yüzünde bir şey sakladığı o kadar belliydi ki. "Ne oldu?"
Söyleyeceği şeyleri her zaman satır satır düzenler öyle konuşurdu. "Şey..." tek kaşımı kaldırdım. "Sinir bozucu Bayan aradı." Tamam düşünceler falan ama bu olayı aileye taşıyacağını düşünmemiştim. Sanat her daim devam edecek diye kasıtlı bir kural varmış gibi herkesi kendi kurallarında boğuyordu.
Jeon kardeşinin aşağıyı işaret etmesiyle ailesinin onu olağan bir sessizlikle beklediğini de anlaştı. Çantasını yatağa fırlatıp aşağıya merdivenlerden hızla indi. Annesi ayakta babası ise koltukta oturmuş annesiyle konuşuyordu. Yanlarına aniden gelmiş olması her iki tarafında düşüncelerini durdurmuştu. Yine de babası konuştu ilk "Bir açıklama yapmanı bekliyoruz." Net bir tavırla kendini savunma hakkı verilmişti. Mahkeme başladı diye geçirdi içinden. "Bir şey olduğu yok."
Babası gerginliğini belirtircesine yerinden kalktı, annesi her şeye rağmen babasından önce araya girdi. "Sana bir şey mi oldu? Bunu bize söyleyebilirsin." olumsuz anlamada cevap verdi karşı taraf. Bir serzeniş şeklinde babası, tüm olayların cevabını bekledi. "Peki, sorun ne o zaman?"
Jeon hiç bitmeyen düşüncelerinden etrafındakileri suyun altındaymış gibi duyduğunu nasıl anlatacaktı? Baktığı her kişi aynıyken, herkes aynı şeyleri konuşuyorken, soruyorken, yapıyorken, sürü halinde renksiz dünya da savruluyorken nasıl renkli tablolar yapıp umut, mutluluk, sevinç anlatabilirdi? Aşkı anlat bize Jeon, deniliyordu olmadığım bir şeyi nasıl anlatabilirdim ben? Birileri bana bunu nasıl yapacağımı hiç anlattı mı ki?
Karşısındakinin bakışlarına karşılık içindeki cevapları bir yana bırakıp dudaklarının hareketlenmesine izin verdi. "Yarın Bayan Etryie ile konuşurum, üzgünüm." Diyerek arkasını döndü. Ancak merdivenlerin başındaki kardeşiyle göz göze geldiği dakikalarda babasının cümlesiyle olduğu yere çivilenmiş, tüm algoritması birkaç saniyede çökme seviyelerine ulaşmıştı. Tüylerinin diken diken olması da terslikleri desteklemişti. Nefes almakta zorlandığı hissediyordu. Sanki bir anda tüm oksijeni ortadan kaldırmışlardı.
"Gerek yok. Okuldan kovulmuşsun."
Suyun altında olan kafasına karşılık artık tüm bedeni boğuluyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
.KAYBOLMAK.
أدب الهواةBizler uzaydan gelen, yıldızların çocuklarıyız. Kemiklerimizdeki kalsiyum ve kanımızdaki demir ölen yıldızdan ve çeşitli süpernovalardan geliyor. Gökyüzüne geri dönmek sadece bir eve dönüş. Her birimiz birer yıldızız. -Carl Sagan.