Canım ağrıyordu.Evet, yanmıyordu ağrıyordu. Yanmayı bırakalı çok olmuştu.
Hayatı tanımladığım o kişi öylesine gitmişti ki ondan geriye hayatı olmayan bir kız kalmıştı. Hayatı olmayan kız..nasıl özetlenebilirdi ki başka? Yaşıyor gibi görünmek bir hayatınız olduğu anlamına da gelir miydi? O kızın ben olduğum düşüncesi kafama büyük harflerle kazınıyordu.
Bir karanfili bile çok görmüşlerdi ona. Kalabalık çevresinin yerini mezarının dört bir yanını kuşatan ceviz ağaçları almıştı. Mezarı. Mezarı. Bu üç heceli kelime bütün lisanlarca dilimi acıtıyordu. Yüzünü hayal ederken avucumun içinde topraklarını hissettim. Yüzüne dokunur gibi okşadım toprağını yumuşakça.Yüzüne dokunmak toprağa dokunmak kadar güzel miydi? Ona söyleyeceğim onlarca sözüm vardı. Onun dokunacağı onlarca hayatlar... ve onun hayalleri vardı. Hayallerini öyle güzel hesap etmişti ki ömrünü hesaba katmayı es geçmişti. Bu kadar erken olamazdı. Onun sesine bu denli muhtaçken öylece gidemezdi. Sesini telefonun küçük hoparlöründen duyarken bir yandan nefes alışlarını dinlerdim. Konuşurken ki göğsünün hareketlerini dahi hesaplardım. Elimde sadece sesi vardı. Dudak hareketinden gülümseyip gülümsemediğini çözmeye uğraşırdım. Onu arkamda bırakamazdım. ''Zaman geçerken sende geçmişte kalma'' demiştim. Kalmayacağına inanıyordum. Kalmayacaktı işte! Bir telefonun diğer ucundan ona ulaşabileceğimi düşünürdüm. Yanılmışım.Ağlıyordum.Yanılmama ağlıyordum. Onun bir daha dökemeyeceği göz yaşları için ağlıyordum. Onun dökemeyeceği göz yaşlarını yine onun toprağına akıtıyordum. Ne eksik ne fazla. Kapalı olan o gözlerini araladığından evrenin iki irise toplandığına şahit olamayacağım için bir damla daha yukarıdan aşağı saldı kendini, pedalı bırakıp kendini yokuştan aşağı salan bisikletli bir çocuk gibi. Ağlıyordum bir daha asla ona sarılamayacak olduğum için. Belimi sarmasını istediğim kollar şu an cansızdı. Belimde bir boşluk vardı. Sanki damarımdaki kan zerrecikleri belimi terk etmişti. Soğuktu belim tıpkı onun kolları gibi. Tutmaya çalışsam geri düşerdi iki yana. Sarılmasının nasıl olduğunu daha bilememişken şimdi toprakları yüzümü,kollarımı sarıyordu. Kendini 'İçinde kocaman bir dünya var' diye haykırır gibi belli eden şişkince olan toprak yığınına kendimi bırakıverdim. Bu sefer yanındaydım. Bedeni nefes almıyordu ama yanındaydım. Sayabileceğim bir nefes alış veriş düzeni yoktu. Onun sesinden duyacağım yeni kelimeler daha önce tarifi yapılamamış boşlukta yollarını kaybetmişlerdi. Bir zamanlar var olan kilometrelerce suskunluk yerini ölümsel bir suskunluğa bırakmıştı. Gidişi tüm gidişleri kıskandıracak gibiydi. Sessizliği dünyada boğazları yırtılırcasına bağıran çığlıkları özletiyordu.
Bir sonbahar havasıydı tüm hüzünlerine rüzgarlarca oradan oraya savurup savuran. Bir sonbahar havası değildi üşümemin sebebi.
Yapraklar sevsin sevdiğim her zerrenden. Benim sevmemi anlayamadın. Yaprakları anla, onların kızıllara boyanmalarından anla. İnsanın utanınca yüzü kızarır ya. Ne tatlı bir kızarmadır o. Sen yüzümün kırmızılığını görmüştün, gülmüştün. Yapraklara da gülümse olur mu?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ay ışığı
Poesia~♥~ Şiir ~♥~ ---- HİSSETTİĞİN KADAR YAZARSIN. ---- Telif hakları saklıdır ^^