yol set

19 3 0
                                    

gittikçe bunalmaya başladım. bir çıkış yolu düşünüyor, ama bulamıyorum. ben mi çok karamsarım; yoksa içinde bulunduğum durum mu çok umutsuz onu da bilmiyorum. sanırım her ikisi de. ve benim bu kadar karamsar oluşum, düşüncelerimi de etkiliyor, zehirliyor zihnimi. ve en sonunda vereceğim kararı da etkileyeceğini biliyorum, yine de yapabilecek bir şeyim yok.

iç çekiyorum ve bu esnada gözlerim bilekliğime kayıyor. inceliyorum bilekliğimi. ince ve sade, deniz yıldızı olan ve siyah ipli bir şey. son derece basit dursa da, bana yakıştığını düşünüyordum ve bu sebeple de yanımdan ayırmıyordum onu. her zaman bileğimde olurdu, ve varlığına fazlaca alışmıştım.

bir anda içimden gelen anlık bir istekle, hoseok'u görüp bu bilekliği ona vermek istiyorum. bu fikrin zihnime nereden düştüğü hakkında bir fikrim de yok ama bunu yapmak istiyorum sadece. ve ben, anlık düşüncelerimle hareket etmeyi severim. bu sebeple de, odadan nasıl çıkabileceğimi düşünmeye başlamalıyım bir an önce.

bir süre sonra, beni dışarı çıkarmak için gelecek olan hasta bakıcı odamda olurdu. eğer o da yine her zaman oturduğu bankta olursa, birer kahve alıp yanına gidebilirdim. çok sürem olmayacaktı, ama en azından bilekliği verip çok kısa konuşabilirdik diye düşünüyordum. ve bu da bana fazlasıyla yeterdi. bu düşünce bile tebessüm etmeme sebep oluyor, sesini duyabilecek olmanın verdiği tatlı bir heyecan yüreğime yayılıyor aynı zamanda.

ben bunları düşünürken, yine şu hiç hoşlanmadığım orta yaşlardaki kadın giriyor odaya. kapıyı gürültüyle açıyor. buna karşı istemsizce kaşlarım çatılıyor. yine de bir şey demiyorum ona, ve tek kelime etmeden ayağa kalkıyorum. odadan çıktığımda, peşimden geliyor. gittikçe canımı sıkmaya başladı bu durum, sürekli birilerinin olması ve asla düzgünce yalnız kalamamam. sinirle derin bir nefes alıp veriyorum, sakin kalmalı ve sinirlenmemeliyim. her ne kadar bu benim için son derece zor olsa da; kontrolümü kaybetmemeliyim.

bahçeye çıktığımda kafeterya'ya uğrayıp iki bardak kahve alıyorum. ve sonrasında bakışlarım, etrafta geziyor onu bulabilmek adına. ve onu yine orada otururken görüyorum. bakışları son derece durgun, yüzü solgun, uykusuzmuş gibi duruyor yüzüne bakıldığında. ve elinde her zamanki gibi not defteri yok. öylece, insanları seyrediyor. ama kendi zihninde kaybolanlardan o da, belli. düşünüyor, hem de çok derin düşünüyor. zira yanına geldiğimde ve yanına oturduğumda bile, beni fark etmeden tek bir noktaya bakmayı sürdürüyordu.

ve omzuna dokundum hafifçe. "hoseok?" dedim sorarcasına. irkildi sonrasında, ve başını bana doğru çevirdi hızlıca. sorgulayıcı bakışları yüzümde gezindi, neden burada olduğumu anlamamışcasına. gülümsedim hafifçe ve elimde tuttuğum, dumanı tüten kahvenin olduğu karton bardaklardan birini uzattım ona. "filtre kahve sever misin bilmiyorum, ama seni incelediğimde seveceğini düşündüm."

"neden öyle düşündün ki, merak ettim şimdi." dedi yavaşça, uzattığım bardağı alırken. "ama doğru tahmin, filtre kahve severim ve şekersiz içerim. sanırım sen de sütlü kahve seviyorsun." demişti benim bardağıma bir bakış atarak. tebessüm ettim ve başımı salladığımda, o da gülümsedi bana.

ve ben, parıldayan irislerine sonsuza dek gömülmek istedim, bakışlarının değdiği her yerde yaşamak istedim.

"evet, tek şekerli severim ben de. çok ciddi duruyorsun, katı bir kişiliğin olduğunu düşündüm ve istemsizce çağrışım yaptım. ama doğru bir tahminde bulunduğuma sevindim." dudaklarımın arasından bir kıkırdayış kaçtı. ve o da gülümsedi bana. gülümseyişiyle kalbimde çiçekler açtı; ve en önemlisi de, zihnimdeki bütün sesler sustu o an.

"şey," çekingen bir ifadeyle konuşmama karşı bütün dikkatini bana vermişti. "beni yanlış anlamazsan eğer, bir şey vermek istiyorum sana."

"elbette anlamam, bunu sorun etme." ciddiyetle konuşmuş, gözlerini gözlerimden ayırmamıştı. "ama sormak istiyorum. neden bir başkası değil de, ben?"

bunu soracağını biliyordum, ama bir cevap düşünmemiştim. ve şimdi de ne diyebileceğimi bilmiyordum. bu sebeple sessizliğimi korumuş, bileğimde sıkıca bağlı olan bilekliğin ipini çözmeye çalışmıştım. kısa bir süre uğraştıktan sonra ise başarılı olmuş ve kendi bileğimden çıkarıp, ona uzatmıştım.

"bu bileklik benim için çok değerli. ve sen de benim için çok değerlisin, o yüzden sana vermek istiyorum. nedenini sorma bana, hiçbir şey sorma. şunu bilmelisin ki, kabul edersen beni çok mutlu edersin." hafif bir tebessümle söylediğim cümlelerin ardından derin bir nefes almıştım. doktor dışında biriyle konuşmayalı -ki onunla da fazla konuştuğum söylenemezdi- uzun zaman olmuştu. bu yüzden de ister istemez geriliyordum. kontrolüm dışıydı.

ona uzattığım elimi tuttu sonrasında, teninin sıcaklığını hissetmem ürpermeme sebep oldu. yutkundum bunun üzerine.

"madem o kadar değerli, sen tak o zaman." ses tonu kısılmış, boğuklaşmıştı. hafifçe başımı sallamış ve bileğine taktığım bilekliğin ipini güzelce bağlamış, açılmayacağından emin olduktan sonra geriye çekilmiştim. ne söyleyeceğimi bilemediğim için sessizliğimi korumuş ve kahvemden ufak bir yudum aldığımda bakışlarım onun dışında her yerde geziniyordu. o ise dikkatli bakıyordu bana, sanırım benim gibi ne diyeceğini bilemiyordu.

"teşekkür ederim güzelim, manevi değeri olan şeyler her zaman çok hoşuma gitmiştir. onu asla kaybetmeyeceğim." demişti parmağı deniz yıldızının üzerinde gezinirken. tam bir şey söyleyeceğim esnada, eli yanağımı bulmuş ve bakışlarım eş zamanlı olarak gözlerini bulmuştu. o yemyeşil irislerinin derinliğinde kaybolacağımı sandım.

yüzü, yüzüme çok yakındı. suratıma çarpan nefesini dahi hissedebiliyorken irislerim de sonuna kadar açılmıştı anın verdiği bir heyecan damarlarıma yayılırken. şimdi tamamen ne yapacağımı bilemiyordum, öylece kalmıştım. o ise yüzümü inceliyordu. burnuma, dudaklarıma, gözlerime, kirpiklerime öyle bir bakıyordu ki. sanki hafızasına kazımak ister gibi beni, sanki bakışlarının değdiği her bir ölü hücremi yeniden hayata döndürebilirmiş gibi.

"insan sadece âşık olduğu kişiye böyle bakar," dedi aniden. bir gerginlik bütün vücudumu sardı, karnım kasıldı. anlamış mıydı? imkânsızdı, anlamamalıydı. hızlanan kalp atışlarım kulaklarımda yankılanıyordu o saniyede. "yoksa birine aşkından ölüyormuş gibi bakman, normal değil yoongi. hem de hiç normal değil. anlamadığımı mı sanıyorsun? kalbindeki cehennem ruhunu dahi kasıp kavurmaya, yakmaya başlamışken, benim bunu göremeyecek kadar aptal olduğumu mu sandın?" gittikçe kısıklaşan sesi ve burnuma sürtünen burnu ile birlikte, istemsiz olarak gözlerim kapanmıştı. bu anın hiç bitmesini istemiyordum. tam şu an dünya dursa, zaman akmayı kesse ve sonsuza kadar bu ana hapsolsam asla bir şikâyetim olmazdı, yemin ederim.

"hoseok, sen beni yanlış anlamışsın. yani öyle bir şey olsa neden-"

"yoongi, süren doldu. odana gidiyoruz, hadi." sözlerimin arasına bıçak gibi saplanan üçüncü ses tonuyla, ışık hızında onu itmiş ve ayağa kalkmıştım. anın büyüsüne öyle bir kapılmıştım ki, bahçede olduğumuzu, çevremizde bulunan insanların varlığını dahi unutmuştum. benim ayağa kalkmamla, o da kalkmış ve kadına öyle bir bakış atmıştı ki, ben bile ürkmüştüm. sonrasında ise bana dönüp, hafifçe gülümsemiş ve alnıma ufak bir öpücük kondurmuştu. "git sen bir tanem, yarın yemekte görüşürüz yine." o kadar sakin konuşuyordu ki, konışması beni sakinleştiriyordu. ben de onun gibi gülümseyip başımı salladığımda, lanet olası kadın beni ondan uzaklaştırmış ve zorla kolumdan çekiştirip yürümeye başlamıştı.

ama kendimi öylesine iyi hissediyordum ki, bir yandan da alnımdan öpmesiyle iyice büyülenmişe dönmüştüm. birinin sağlam bir tokat atması falan gerekirdi herhalde kendime gelebilmem için. suratımda aptal bir gülümseme vardı, silemiyordum. o kadar mutlu hissediyordum ki! kahkahalarla gülebilirdim, neşeli bir çocuk gibi.

hoseok, benim gerçekten ayarlarımı bozuyor ve fena şekilde duygularımı değiştirebiliyordu.

sciamachy, yoonseok ✓Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin