1927 yılında, Chicago'nun yüz kilometre uzağında, Morgan, Illinois'nin hemen güneyindeki kaçak içki satılan bir meyhanede, caz çalıyorduk. Tam salak taşralıların yeriydi, ne yana baksan otuz kilometre boyunca bir tek büyücek kasaba yoktu. Ama tarlada sıcağın alnında bütün gün saban sürdükten sonra gazozdan daha sert bir şey için içleri giden bir sürü ırgat vardı, bir sürü de dondurmacıdaki ahbaplarıyla züppelik yapmaya gelen genç boğa. Birkaç da evli adam gelmişti (bilirsin, dostum, sanki üstlerine yafta yapıştırılmıştır), ne idüğü belirsiz kızlarla gönül eğlendirirken kimse tanımasın diye evlerinden iyice uzaklaşmışlardı.
O zamanlar caz cazdı, gürültü değil. Beş kişilik bir orkestramız vardı davul, klarnet, trombon, piyano ve trompetiyiydik epeyce. İlk plağımızı çıkarmaya daha üç yıl, ilk sesli sinemanın çıkmasına da dört yıl vardı.
Şu yarma herif içeri girdiğinde Bamboo Bay'i çalıyorduk. Üstünde beyaz takım elbise vardı, tüttürdüğü piponun kıvrımları bir Fransız kornosununkinden çoktu. Orkestradakiler hafif çakırkeyifti ama kalabalığın gözü hiçbir şey görmüyor, herkes çok eğleniyordu. Bütün gece bir tek kavga bile çıkmamıştı. Hepimiz zırıl zırıl terliyorduk, meyhaneyi işleten Tommy Englander de bize durmadan çavdar rakısı gönderiyordu. Englander iyi patrondu, müziğimizi de severdi.
Beyaz takım elbiseli, bara oturdu. Unuttum gitti herifi. İlk bölümü Aunt Hagar's Blues'la bitirdik. O zamanlar bu kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde açık saçık bir şey sayılırdı bu parça, çok alkış aldı bu yüzden. Manny trompetini indirdiğinde sırıtıyordu, sahneden inerken sırtına bir şaplak attım. Yalnıza benzeyen, yeşil elbiseli bir kız bütün gece beni kesip durmuştu. Kızıl saçlıydı, kızıl saçlılara hep yanığımdır. Gözlerinden, başını eğişinden işaret aldığımdan, kalabalığı yararak ona yaklaşmaya çalıştım.
Tam varı yolu kat etmiştim ki beyaz takım elbiseli adam önüme çıktı. Çalı gibi siyah saçları, derin su balıkları gibi acayip parlak gözleriyle çetin cevize benziyordu yakından. Tanıdık gelmişti bana.
"Dışarıda biraz konuşalım" dedi.
Kızıl saçlı başka yöne bakmaya başlamıştı. Hayal kırıklığına uğramış gibiydi. "Sonra konuşuruz" dedim. "Bırak da geçeyim."
"Adım Scollay. Mike Scollay."
Biliyordum bu adı. Mike Scollay, Chicago'dan gelme ufak çaplı bir kaçakçıydı, Kanada'dan içki getirip para kazanıyordu. Gazetelerde bir iki kere resmi çıkmıştı. Sonuncusunu başka bir "Küçük Sezar" onu kurşunlamaya kalktığında görmüştüm.
"Chicago'dan epey uzaktasın" dedim. "Birkaç ahbabımı getirdim. Dışarı çıkalım."
Kızıl saçlı bize baktı. Scollay'i gösterip omzumu silktim. Burun kıvırıp sırtını döndü. "İşimi bozdun" dedim.
"Chicago'da bunun gibilerin bini bir para" dedi. "Dışarı."
Dışarı çıktık. Kulübün sıkış tepiş dumanlı havasından sonra taze kesilmiş ot kokulu serin hava hoşuma gitti. Yıldızlar çıkmıştı, belli belirsiz parlıyordu. Serseriler de çıkmıştı ya, hiç de belli belirsiz değillerdi, tek parlayan şeyleri de sigaralarıydı.