Kort Romper'deki Palas Oteli açık maviye boyanmıştı, balıkçılın ayaklamadaki, kuş nerede durursa dursun ben buradayım diye bağıran rengin tonunda bir mavi. Dolayısıyla Palas Oteli, göz kamaştıran Nebraska kış manzarasını bile suskun bataklık kurşunisine çevirircesine çığlık çığlığa, uğuldayarak dururdu ovada. Tek başınaydı, üstelik kar yağarken iki yüz metre ötedeki kasaba da görünmez olurdu. Ama her yolcu istasyonda trenden indiğinde önce Palas Oteli'nin önünden geçmeye mecburdu, sonra Fort Romper'i oluşturan alçak ahşap evlerin dostluğuna sığınırdı. Yolcuların Palas Oteli görmeden geçmeleri düşünülemezdi. Otel sahibi Pat Scully, boya rengini seçerken bir strateji ustası olduğunu kanıtlamıştı. Havanın açık olduğu günlerde, kıtanın bir ucunu diğerine bağlayan ekspres trenler, sallana sallana giden dizi dizi Pulmanlar, Fort Romper'den hızla geçerken yolcuların oteli görür görmez irkildikleri doğruydu. Doğu'nun kahverengi kızıllarına, çeşit çeşit koyu yeşillerine alışık olanlar utanç, acıma ve dehşet dolu bir kahkaha atarlardı. Ama ovadaki kasabanın sakinleri ile doğal olarak oraya uğrayanlara göre, Pat Scully çok iyi bir iş başarmıştı. Gün be gün rayların üstünden Romper'den geçen bu servet, bu debdebe, bu inançlar, sınıflar ve bu bencilliklerle ortak hiçbir rengi yoktu ova insanlarının.
Böylesine masmavi bir otelin sergilediği zevkler sanki yeterince davetkâr değilmiş gibi, Scully, Romper'da duran o normal tarifeli trenleri her sabah ve akşam karşılamayı âdet edinmişti. Elinde torbası ne yapacağını bilmeden duran herkesi kandırıp oteline götürürdü.
Bir sabah, üstü kabuk gibi karla kaplı lokomotif art arda dizili yük vagonlarını ve tek yolcu vagonunu çekerek istasyona getirdiğinde Scully üç adam yakalamak gibi şaşılacak bir iş başardı. Biri, elinde cilalı ucuz bir bavul taşıyan titrek, gözleri fıldır fıldır bir İsveçli'ydi, biri, Dakota hattına yakın bir çiftliğe giden uzun boylu, güneşten yanmış bir kovboy, diğeri de Doğu'dan gelen ama Doğulu'ya benzemeyen, oradan geldiğini de söylemeyen ufak tefek sessiz bir adam. Scully onları neredeyse esir almıştı, Öyle zeki, öyle neşeli ve iyiydi ki her halde üçü de, kaçmaya kalkmanın kabalığın son kertesi olacağına karar vermişti. Küçük İrlandalı'nın peşinde, gıcırdayan tahta kaldırımlara basarak zar zor yürüdüler. Scully kafasına sımsıkı bir kürk kep geçirmişti. İki yandan, tenekeden yapılmış gibi duran kırmızı kulakları dik dik çıkıyordu.
Scully bin bir nezaket göstererek, taşkın bir konukseverlikle nihayet hepsini mavi otelin kapısından içeri soktu. Girdikleri oda küçüktü. Sanki, tam ortada bir Tanrı gibi hiddetle homurdanmakta olan kocaman soba için yapılmış bir tapmaktı. Sobanın çeşitli yerlerinde demir o kadar kızmıştı ki ışık saçmaya, sarı sarı parlamaya başlamıştı. Sobanın yanında Scully'nin oğlu Johnnie, gri ve kum rengi karışık bıyıkları olan yaşlı bir çiftçiyle iskambil oynuyordu. Ağız dalaşı halindeydiler. Yaşlı çiftçi iki de bir yüzünü sobanın arkasında duran ve tütün suyundan kahverengiye dönmüş talaş kutusuna çeviriyor, artık çok sıkılmış, çok sinirlenmiş gibi tükürüyordu. Ortalığı laf kalabalığına boğan Scully oyunu bozup oğlunu yeni konukların birkaç valiziyle birlikte yukarı yolladı. Kendisiyse konuklarını üç ayrı leğende duran dünyanın en soğuk suyunun başına götürdü. Kovboyla Doğulu, kıpkırmızı olana kadar bu suyla kendilerini yıkadılar, sanki bir tür maden cilası yapmış gibiydiler. Oysa İsveçli suya yalnızca parmaklarını, pür dikkat ve tereddütle dokundurdu. Bütün bu küçük törenlerle, üç yolcuya Scully'nin pek yardımsever olduğu hissi verilmeye çalışılıyordu. Onlara öyle iyiliği dokunuyordu ki sormayın gitsin. Havluyu önce birine, sonra ötekine, olanca hayırseverliği tutmuş gibi uzattı.
Sonra ilk girdikleri odaya döndüler ve sobanın çevresinde oturarak Scully'nin öğle yemeği
hazırlayan kızlarına işgüzarca emirler yağdırmasını dinlediler. Yeni tanışların arasında dikkatle davranmak gerektiğini bilen tecrübeli insanların sessizliği içinde, dalıp gitmişlerdi. Ne var ki, sobanın en sıcak bölümüne yakın iskemlesinde, bir daha hiç kalkmayacakmış gibi oturan yaşlı çiftçi yüzünü sık sık talaş kutusundan çevirip yabancılara şuradan buradan laf atıyordu. Ya kovboy ya da Doğulu genellikle kısa ama yeterli cümlelerle cevaplıyorlardı onu. İsveçli tek söz söylememişti. Odadaki herkese tek tek kaçamak bakışlar fırlatıp nasıl biri olduklarını tahmin etmekle meşguldü. Adamın suçlu insanlara özgü aptalca bir kuşku duygusuna kapılmış olduğunu düşünüyordu insan. Fena halde korkmuşa benziyordu,