Paddy Quayne'in elektrikli sandalyede nasıl öldüğünü gazetede okuyunca, oltama yine çoktan unutulmuş şeyler, saatler geldi. Paddy Quayne'i tanırdım. O zaman bile iri bir çocuktu. Basık beyaz yüzü, bir kasabmki gibi kocaman, henüz tecrübesiz bilekleri vardı. Şimdi ölü. Gazeteyi masamdan aşağı ittim, haç çıkardım, kutsal noktalara değen parmak kör ve biraz çarpıktı, ibadete alışık değildi. Pek çok şeyi unutmuştum. Biri dindi, diğeri Paddy. Dolayısıyla Paddy'yi düşünmek günah çıkarmak gibi bir şeydi. Çok eskiden Paddy ve ben Batı Yakası'nda otururduk.
Kendi kendime söylendim: Seni evli barklı aşağılık koca şişko, sen de Paddy kadar katilsin.
Kalıtım ve çevre gibi laflar etme sakın, kabahati böyle saçma sapan şeylere yüklemeye kalkışma.
Şans işte, tam o sırada rüzgâr dindi, oysa bir kez daha üfürse yaprak yere düşecekti. Rüzgâr Paddy'yi cehenneme savurdu, oysa ben evlendim, bir aileye ve servete sahip oldum. Sosisçinin öldürülmesi benim için son, Paddy için ise ilkti.
Batı Yakası'ndaki çocukluk günlerim canlanmıştı yüreğimde. Sanki bir merdivenin yarısına kadar tırmanmıştım, yüzüm yukarı dönüktü, daha da tırmanacaktım ve birden aşağı, arkamda kalan basamaklara bakmıştım, İşte çocukluk günlerim önümdeydi: Tırmanışa başladığım toprağı, bu en eski toprağımı oluşturan insanları gördüm. Yüreğimden ve beynimden fırladılar: Anne, Mary, okuldaki öğretmenlerim, belli belirsiz saygıdeğer bıyığıyla yaşlı Bayan Keenan, Dokuzuncu Cadde'deki Hollanda fırınlarında satılan sıcak yuvarlak kekler.
Kıpırdamadan oturmak zordu. Çocukluk günlerimin kanı yine içimde kaynıyordu, yine içimde kalkmak için o korkunç istek belirmişti: Kalkacaktım, Tanrı kadar yükseğe kalkacaktım, görünmeyen bir şeyle, kanundaki bir şeyle karşı karşıya gelecektim, koştuğum sokakların acısı ve neşesini yumruğumun içine alacaktım, şehri ve gençliğimi tutacak, sıkı sıkı tutacaktım. Doğruldum, kendi kendime dedim ki: Sana ne oluyor seni şişko salak, kafanda saç kalmamış, böyle işlerle ilgin yok artık, sonsuza kadar yok.
Dış büroya çıkıp sekretere bugün orada olmadığımı söyledim. Düşünecek çok şeyim vardı.
Kendimi odama kapadım, Paddy'nin idamıyla ilgili haberi tekrar okudum. Rahip isteyip istemediği yazmıyordu ama istemediğine bahse girerdim... Demek başka suçlar da işlemişti. Tanrı'ın, şansım varmış...
İlki, büyük nane binasıydı. Ne kadar büyüktü. Üst iki katta nane şekeri yaparlardı. İşçilerin keyfi yerindeyse, bizim arka bahçeye açılan yangın merdivenlerine çıkar, biz çocuklara avuç avuç atarlardı. Yakalayamadıklarımızı, yere çarpınca kaçınılmaz olarak kırılan göktaşı parçaları gibi küçük sert parçalar halinde toplardık. Her zaman açtık. Kırtasiyecilerden bir sürü şey araklardık. Cam vitrinler içinde tertemiz tepsilerde çeşit çeşit kâğıtlara sarılmış çikolatalar, şekerler olurdu. Dokuzuncu Cadde'de üstten geçen demiryolunun destek sütunlarının arkasından gizlice yaklaşırsanız, manavdan muz ya da elma kapmanız mümkündü. Büyüyüp okuldan mezun olmaya hazırlandığımızda, Yunanlı sosisçiııin tezgâhını yağmalamaya başlamıştık.
Cehennem Mutfağı'ndaki hali vakti yerinde ailelerden olmamıza rağmen açlık bizi suça sürüklemişti. Oturduğumuz yoksul apartman babamındı. Müteahhitti, hepimizin Fordham'de okuyacağına yemin etmişti. Paddy'nin babası polisti, iki erkek kardeşi de polis oldu. Angelo vardı, onun babası, hani şu sigaraları sardıkları gümüş pırıltılı kâğıtlarda şık, pahalı ve kocaman sosisler satardı. Ayrıca Çarpan, Kocaparmak ve ötekiler.