Yorgun argın, üstüm başım dökülerek, kol çantam, evrak çantam, gazete, mektuplar, sebze meyve torbaları, içki şişesi dolu bir başka torba, hepsi ya kollarımda ya ceplerimde ya da anahtarlarımla birlikte ellerimde, eve giriyorum. Ama her gece yeni daireme aşağı yukarı böyle gelirim, gelecekte de, öngörebildiğim kadarıyla, böyle geleceğim.
Bugün kâbustan beterdi. Metro treni geç geldi benim kabahatim değil yanive bu yüzden işe geç kaldım. Sonra, konferanstan önce nüfus verileri dosyasını bulamadım. Biliyorum, masamın üstünde ya da çekmecelerden birinde ama ele geçiremiyorum ve patronum bana kötü kötü bakıyor ve başını sallıyor ve yurt kapısı kapanmadan yetişememiş üniversiteli kız gibi hissediyorum kendimi. Öyle sinirliyim ki bej takımıma kahve döküyorum.
Sonra sekreterim kişisel sorunlarını anlatmaya başlıyor ve sonunda sabahın büyük bir bölümünü kadınlar tuvaletinde hıçkıra hıçkıra ağlayarak geçiriyor, ben de telefona bakmak zorunda kalıyorum. İlk müşterim gecikiyor, bu demek ki ikinci müşterim beklemek zorunda ve bütün bunlar bekleme odasında bir kuyruk oluşmasına yol açıyor. Öğle üzeri büroda kim varsa kıkırdıyor, ben de kendimi bir ahmak gibi hissediyorum. Şansları var da elimde bir tüfek ve bir sürü mermi yok.
Neyse, paldır küldür daireme giriyorum, evrak çantamla torbaları kanepeye, ceketimi iskemleye atıyorum, derhal telesekreterin düğmesine basıyorum çünkü Eddie'yle bir içki içip yemek yiyeceğim güya, tabii eğer iptal etmemişse. İşte o sırada kapıyı görüyorum.
Sorun şu ki daha önce o kapıyı hiç görmemiştim. Bu daireyi bir ay kadar önce kiraladım. Öyle pek lüks bir şey değil ama kesem bu kadarına yetiyor, Village'da bu tek odalı daireye. Mahalle epeyce güvenli, epeyce de kişilikli. Bina eski, bu da radyatörlerin antika hantal nesneler olduğu anlamına geliyor. Boşandıktan sonra bir daire bulmak zorundaydım, böyle moda bir yere çuval dolusu para ödemeyi tercih etmiştim. Böylece sabık kocam başımın çaresine bakabildiğimi görecekti.
Gözümü kırptım ama kapı kaybolmadı. Her şeyi kenara itip kanepeye çöküyorum, alnımı sıvazlıyorum. Duvar hep oradaydı elbette, tavanı tutuyordu ve komşumun yatak odasını görmemi engelliyordu. Yine de seslerini işitiyorum. Kavga ederler, barışırlar, beni rahatsız eden bir sürü şey yaparlar ama duvara vurup iğrenç olduklarını söyleyemem. Kafasız hayvanlar gibi
davranamayacağmızı, yirmi beş santim ötede, açılır kapanır bir yatakta yatan ve sizinle ilgisi olmayan kişilerin bilmesi gerekmeyen "ah'Tar, "oflar ve çığlıklar atamayacağınızı belirten bir yasa yok.
Ama konu dışına çıkıyorum. Oturma odasının ortasında, elimde bir avuç fatura, telesekreterim mesajları okurken oturuyorum ve gözümü dikmiş şu kapıya bakıyorum. Ahşap, altta ve üstte panelleri var, tokmağı var... Bildiğiniz bir kapı. Ama ben yenilenmiş bir binada masrafsız bir daire kiralamış bulunuyorum ve bu kapı orada olmamalı.
Sanki hep oradaymış gibi duruyor, kitaplıkla televizyonun tam arasında, Bir kapı için çok mantıklı bir mekân. Düşünmeye çalışıyorum. Oraya bir baskı resim astığıma hemen hemen eminim. Öyle önemli bir şey değil, yıllarca önce aldığım bir Cezanne yalnızca. Telefonun üstünde durduğu masa şimdi yana kaymış ama daha bu sabah telaşla metroya koştuğumda duvarın ortasmdaydı.
Yani orada oturup duruyor, gözlerimi dikmiş o kapıyı seyrediyorum. Saçma gelecek ama süpürgeliklerde testere talaşı var mı diye bakıyorum. On yıldır birikmiş toz görüyorum. Sabık kocam hep süpürgeliklerden şikâyet ederdi, sanki bütün yaptığım her gün kanepede yatıp ağzımı çikolatayla doldurarak büroda zor bir günün ardından eve gelmiş kocamı sinirlendirmek için neler yapabilirim diye düşünmekmiş gibi. Unuttuğu şey benim de büroda zor bir gün geçirdiğimdi. Ben de onun kadar hırslıyım, üstelik çok daha zekiyim ama bu konuyu hatırlatmamayı gerekli görmüşümdür.