İşin berbat yanı, asla düşündüğünüz kadar katı olamazsınız. Hiç bakmadığınız bir anda, saçınızı tararken, ayakkabınızı bağlarken sizi vurup indirecek hüzünlü bakışlı biri vardır her zaman. Hop, yaralı bir gergedan gibi yere serilirsiniz, asla düşündüğünüz kadar katı olamazsınız.
Çarşamba günü Büyük Okyanus kıyısından döndüm, kitabı bitirmek için kendimi Warwick'e kapadım, bitirdim, bir ulak çağırıp metni Salı günü Wyeth'a götürmesini söyledim. Artık serbesttim. Dokuz ay gecikmişti ama eli yüzü düzgün bir iş olmuştu. Beni ancak üç gün sonra arayıp istediği değişiklikleri söyleyebilirdi, tam ortadaki üç bölümü beğenmeyecekti, biliyordum kayınbiraderin davranışlarının ardında yatan psikiyatrik mantığı uydurmuştum, Wyeth'in şöyle kanlı canlı olmasını isteyeceği yerleri es geçmiştimama bu arada vakit öldürebilirdim.
Kendi kendime hatırlanmayı hatırlamalıyım: Eğer bu deyimi bir daha kullanırsam daktilomun şeritleri karışsın. Vakit öldürmekmiş. Evet, deyim bu.
Bob Catlett'i aradım. Psikiyatr karısını da alıp, tabii hâlâ onunla evliyse, birlikte yemeğe çıkarız diye düşünmüştüm. O gece ayarlayacağını söyledi, bu arada Cerberus Kulübü'nün aylık toplantısına katılır mıymışım? Dilimin ucuna gelen küfürleri yuttum. "Sanmıyorum dostum. Onları görünce sıkıntı basıyor bana."
Cerberus, eski profesyonel yazarlar kulübüdür. Üyelerinin hepsi, Clarence Buddington Kelland şu Munsey'in Cavalier dergisinde yazmaya henüz başlamışken bile ortalardaydı. 1950'ler ve 60'larda epeyce aktif bir grup çalışan profesyonelken şimdi hepsi işi bitmiş, çok içen, Saturday Evening Post yazarı Ben Hibbs'in ölümüne ağıt yakan dedikoducular haline gelmişlerdi. Ben otuz yıl önlerindeydim, onlara göre genç bir "punk"tım, dolayısıyla koskoca gecemi popoma kadar sıkıntıya gömülmüş, aptalca çene çalarak, sigara dumanlarını içime çekerek ve kelimesi üç kuruştan yazı yazan yetmişlik içi geçmişlerin Kara Maske'yi Acayip Masallarla karşılaştırmasını dinleyerek geçirmenin bir yararını göremiyordum.
Ama Bob beni ikna etti. Dostlar sağolsun.
Times Mevdam'ndaki Arjantin lokantasında yemek yedik. Kömürde pişmiş yumuşacık biftek ve ekmek tatlısıyla karnımı doyurunca artık her şeyle başa çıkabilirdim, Geleneksel toplantı mekânına bir zamanlar Ayın Kitabı Kulübü'nde kitapları değerlendiren eski bir editörün insana boğuluyormuş hissi veren apartman dairesinedokuz buçuk civarında vardık. Hınca hınç doluydu daire.
Çoğunu on yıldır, romanım Sessizce Avlanan Adam'ı Paramount şirketi için uyarlamak üzere Batı kıyısına gittiğimden beri görmüyordum. Bu on yıl güzel geçmişti. New York'tan ayrılırken, borçlu olduğum kişiler birkaç kuruşluk ödenmemiş faturamı hızla dağ gibi bir yığma dönüştürmeye koyulmuşlardı ve öyle bir umutsuzluk içindeydim ki asla yazarak hayatımı kazanamayacağım düşüncesini neredeyse kabul etmek üzereydim. Ama her yıl dört ay sinema ve televizyon için çalışarak geride kalan sekiz ay kitap yazma olanağını elde etmiştim. Borcum yoktu, on kilo fazlam vardı, hayatımda ilk kez geleceğimi güven altına almıştım ve mutlu sayılırdım. Ama o apartman dairesine girmek berbat bir geçmişin gözle görünür elle tutulur anısına adım atmak gibiydi. Hiçbir şey değişmemişti. Herkes oradaydı ve hepsi aynıydı.
İlk izlenimim yüzlerdeki yorgun çizgiler oldu.