Ne vakittir uyumuyorum bilmiyordum artık , lakin gözlerimin etrafı halkalanmış ve morluklar oluşmaya başlamıştı. Kimse neden bu halde olduğumu bilmiyordu. Ne ben ne başkası... Sahi ben bu hâle nasıl gelmiştim?
Düşlerimi dolduran yüzü ve sesi miydi beni bu hale getiren? Yoksa benim kurmaca senaryolarım mıydı? Deliriyor muydum? Ben bu hale , beni bu raddeye nasıl getirmişti? Aşkından , yolunda yanıp kül olacağım birine nasıl çevirmişti? Nasıl terk etmişti beni öylece sokak ortasında?..
Yattığım odanın içi halen buram buram o kokuyordu. Silinmemiş , gitmemişti kokusu da yüzü gibi aklımdan. Bu duygu ağlama isteğimi deşeliyor ve ruhumu daha da acıtıyordu lakin kokusunu da unutmak istemiyordum. Ölümümü bile unutturacak o kokusu gitsin , silinsin istemiyordum... Ne kadar öfkeli de olsam onu sevmeyi de bırakamıyordum.
Nefes almanın bu kadar zor olduğunu bilmezdim. Öğretti şu kısacık günlerde. Ben ona acının içinde ki mutluluğu öğretirken , ben ona sevgiyi öğretirken , ben ona yaşamayı öğretirken , o bana nefes alamamayı , hıçkırıklar eşliğinde ağlamayı , ruhumu nasıl savaştan çıkmış harabe bir binaya çevireceğini öğretti. Ve benim ser sefil acınası sevgim , bunun da her satırını ezberledi...
Odanın kapısının tıklama sesiyle , sarıldığım yastıktan başını kaldırmış ve gel komutunu vermiştim. İçeri giren annem buruk bir şekilde yüzümü incelerken , oturur vaziyette durduğum yatağıma yanaşıp yanıma oturmuştu.
Bir hafta olmuştu lakin henüz bana bir şey anlatmamıştı. Bildiğini varsayıyordum fakat gelip de kimse iki lakırdı etmemişti. Yorgun gözlerimi annemin gözlerine çıkarıp soğuk sesime engel olamadan konuştuğumda , oturuşunu dikleştirmiş ve o da konuşmaya başlamıştı.
"Hepiniz anladınız mı?"
"Namjoon bilmiyor. Sadece ben ve baban biliyoruz. Lakin..." Susmuştu birden. Yüzünü benden çekip , başka bir yöne çevirdiği sırada alt dudaklarını dişlemeye başlamıştı. Babamın ne düşündüğünü biliyordum. Günahtı ve ben ona göre hastaydım. Katolik hıristiyan bir ailede büyüyüp dinine bağlı olan biri aksini düşünemezdi zira. Anneme bakıp yine ruhsuz çıkan sesime mani olmadan devam etmesini söylediğimde bakışlarını bana çevirerek tereddütle konuşmuştu.
"Sungsoo senin hasta olduğunu iyileşmen gerektiğini söylüyor. Seni kiliseye götüreceğini söyledi. Karşı çıktım taehyung çok karşı çıktım. 'Seokjin'de gitti bırak , yapma kilisenin yaptıklarını biliyorsun.' Desem de babanı ikna edemedim. Özür dilerim. Özür dilerim seni oraya götüreceği için. Sana kötü hissettirdiği için..."
Yerimde dikleşmiş ve bakışlarını benden kaçıran annemin ellerine doğru uzanmıştım. Ellerini elimin arasına alarak o sıcak ellerini benim soğuk ellerimin arasında ezerken , gözlerimi onun gözlerine çıkararak konuşmuştum.
"Özür dileme. Babam haklı. Hastayım ben. Beni kurtarmana da gerek yok , öz oğlun bile değilim."
"Ben seni namjoon'dan hiç ayırmadım ki."
Gözünden bir damla yaş sessizce yanaklarına doğru süzülürken , bir haftadır ağlamaktan kurumuş göz pınarlarım onun ağlamasına dayanamayarak , yönümü dönmüştüm. Ellerimi ondan yavaşça çekerek soğuk sesim eşliğinde konuşup ayağa kalkmıştım.
"Benim için üzülme anne."
Kapıyı açıp odadan çıktığımda , gözüm verandaya kaymıştı. Onunla orada oturup uyuyamadığımız , geceyi konuşarak geçirdiğimiz o adam aklıma gelmişti. Bana mor leylağın anlamını orada söyleyen adam. İlk aşkının ben olduğumu söyleyen sevdiğim adam...
Gözümü verandadan çekip aşağı inen merdivenlere çevirip basamakları yavaş adımlarla birer birer inerken , hole çıkmıştım. Sağıma dönüp yavaşça salona yürüyüp girdiğimde babamı görememiştim. Lakin bu kez piyano ilişmişti gözüme. O dokunduktan sonra tozlarından arınmıştı lakin şimdi yeniden nasır tutuyordu üstü. Sonra ellerimi kaldırıp ellerime baktım. Piyanonun tuşu olan ellerime. Şimdi piyanistim yoktu , piyanonun tuşları kırıktı. Piyano ise bozguna uğramış bir yuvaydı...