Bölüm 2: Zırh-ı Kalp

11 3 0
                                    

Aklımda kalan son birkaç damla hatıra uğruna da olsa yakabilirdim dünyayı.
Söyledin, dinledim, bağırdın, sustum. Ama anlamadım.
Söylesene, insan nasıl anlayabilir ayrılıkları?

Ay ışığının dahi aydınlatmaya zorlandığı bu cehennemde ilerlemeye çalışıyordum

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Ay ışığının dahi aydınlatmaya zorlandığı bu cehennemde ilerlemeye çalışıyordum. Burnuma dolan oksijen artık başımı döndürüyordu, dün yağan yağmurdan kalan çamurlu toprak işi hiç kolaylaştırmazken bata çıka ilerlemeyi sürdürüyorduk. Özgür sağa, Ufuk sola bense direkt ileriye bakıyordum. Arkamızı kollayan genellikle Atlas olurdu, şimdi onun yeri boştu ve bu tahmin edebileceğimden daha çok sıkıyordu canımı. Kolumu çizen dalla yerimde sıçradım.
"İyi misin?" Diye fısıldadı Özgür, sessiz olmak için kafa sallamakla yetindim ve devam ettik. Radarları açmış giderken gördüğüm kamyonetle durdurdum onları. Hızla ağacın arkasına saklandık ve gözetlemeyi sürdürdük. Tam olarak doğru yeri bulmuştuk bu lanet ormanda da olsa, kamyonet sevkiyat için durmuştu kuytu köşeye gizlenmiş geniş deponun önünde. Üç tane iri yarı, korumalar olmalı, iki tane güneş gözlüklü ve şapkalı adam bekliyordu önünde. İçeride de adamlar olduğunu hesaba katarsak işimiz bir hayli zordu, kamyonetten iki adam daha indi ve el sıkıştılar. Daha sonra sessizce içeriye girip kapıyı kapattılar, korumalar hala kukuman kuşu gibi dikiliyor olmasaydı işimiz bir hayli kolay olabilirdi.
"Susturucular takılı mı?" İkimiz de aynı anda kafa salladık Özgür'e. Derin bir nefes verdim ve tetiği çektim. Kimseyi öldürmeyecektim, amacımız sadece etkisiz hale getirmekti. Bizler birer katil değildik, hak etmedikçe kimseye zarar da vermezdik. Biz bu hikayedeki kötü karakterler değiliz, asıl kötü karşımızda duranlar. Masum değilim, değiliz. Kimse masum değil bu dünyada, kimse günahsız değil. Zira ben, günahlarımın bedelini en ağır şekilde ödemiştim Tanrı'ya. Fakat bunların kesilecek faturaları oldukça uzun ve faizliydi.
Sağı ve solu dolanmaları için işaret ettikten sonra yere uzandım, bulunduğum tepeden oldukça net görünüyordu aşağısı. Tabancayı Ufuk'a verip Ak107'yi istedim, kendimi gizleyerek hafif makineliyi yerleştirdim. Ördüğüm saçlarımdan yüzüme kalanları geriye attım, tamamiyle simsiyah giyindiğimden gecenin içerisinde kaybolmuş gitmiştim. İkisi etrafı denetledikten sonra dikkatle aşağı indiler, şimdilik bir tehlike varmış gibi görünmüyordu ama içeridekiler her an işlerini bitirip çıkabilirdi.
Arkadan yaklaşan Özgür sağdakinin, Ufuk ise soldakini ayağına ateş edip bayılttılar. Adamlar pek ses çıkaramadan iş bitmişti, yavaşça gözlerimi ondan  çekerek etrafı gözetledim. Ne yazık ki dışarıdan ses geldiğini fark etmişlerdi, ağzımdaki siyah tülden maskeyi gergince indirdim ve gözlerimi dürbüne yaklaştırdım tekrar. Hafif hafif esen rüzgar tüylerimi ürpertti, nedense içimde kötü bir his vardı. İlk defa kendimi soğuk kanlı hissetmiyordum. Çattığım kaşlarımla dikkatle izlemeyi sürdürdüm. Adamlar dışarıya daldığı gibi kel ve iri olanın Özgür'e doğrulttuğu silaha sıktım, silah elinden anında uzaklaşıp paramparça olmuştu. Ufuk diğerine nazaran sıska olanın ayağına sıkınca adam acı içinde bağırarak diz çöktü. Neden daha fazla adam yoktu etrafta, neden böyle büyük bir uyuşturucu sevkiyatının koruyucusu bu kadar azdı?
Benim de yardımımla adamların hepsini indirince temkinlice içeriye sızdılar, kulaklığı açıp Özgür'e seslendim.
"Her yerin temiz olduğuna emin misin?" Birkaç hışırtının ardından kalın sesi doldu kulaklarıma. Artık tam olarak göremiyordum onları, içimdeki his kalbimi boğuyordu sanki. Daha önce üç kere patlattığımız zulaların hiçbiri böyle değildi, biliyordum.
"Neva; bunlar çok büyük, çok yüklü mallar. Tahminimizden fazlası var. Burada çok tuhaf şeyler dönüyor, şu anda karşımız-"
Ses aniden bir cızırtıyla kesilince donakaldım. Neden susmuştu, neredeydiler? Tüylerim dikenleşti aniden, hayalet gibi biri ilerliyordu. Sessizdi fakat bana Yarasa derlerdi. İşitilmeyeni işittiğimden sökmüştüm bu lakabı yerinden.
Kolumdaki cebe koyduğum silahı aniden çektim arkamdan gelen kişiye. Siyahlar içinde parlayan sadece karanlık, iri bir beden ve bana doğru doğrulttuğu silahıydı. Yattığım yerde arkamı dönmüş uzağımda dahi olsa tepemdeymiş gibi duran adamdaydı buz mavisi gözlerim. Aramızda hepi topu iki adım vardı ve ölüm yalnızca bir tetik ötedeydi.
Ay ışığının yüzüne çarptığı ışık kırıntılarından gülümsediğini gördüm, daha da çattım kaşlarımı mümkünmüş gibi.
"Kulağın iyi işitiyor, çeviksin de." Dedi alaylı ifadesiyle. Yüzünü seçemiyordum lakin sesinden alayı apaçık belli oluyordu. Korkmuyordum ama endişeleniyordum kardeşlerim için, bu adam kimdi ve onlara ne yapmıştı bilmiyordum.
"Ava giderken avlandın Kuzgun." Sağ kaşım havalandı doğrulttuğum silahla. Tam olarak avucunun içerisindeydim ama ben hiçbir zaman vazgeçmezdim. Asla maskemi indirmez, kimseye boyun da eğmezdim. Şerefimle geberip gidebilirdim nitekim.
"Onu da nereden çıkardın? Oyun yenilmeden kaybedilmez." Daha da sıkı tuttum tabancayı, sanki uzanıp alacakmış gibi. Tekrar gülünce gülüşünün ortasına bir yumruk atmak istedim. Sesi yumuşak fakat bir o kadar keskindi. Sanki yalnızca konuşarak kesebilecekti bir kelleyi. Aşağıdan gelen seslere kulak kabarttım fakat kafamı çevirip de bakamıyordum. Aniden ciddileşti, bana doğru gelirken tabancayı hazır ayara getirdim. Bir adımında daha kafasına sıkacağımı göstererek.
"Kardeşlerinin canı umurundaysa indir o silahı ve çeneni kapalı tut." Onlardan bahsettiği an gevşeyen elim ve uğuldayan kulağım başımı döndürüyordu oturduğum yerde. Aniden uzanarak silahı aldı ve bunu engellemedim, neredeyse alması için uzatacaktım. Kafamı çevirdiğim an Atlas'ın da aşağıda olduğunu gördüm, korkuyla bağıracakken arkamda eğilerek ağzımı kapattı.
Hızlanan rüzgar ölüm kokusunu ulaştırıyordu sanki, sanki aceleciydi Azrail'e yetişmek ister gibi. Anlamıyordum, Atlas'ın orada ne işi olabilirdi? Ufuk ve Özgür neredeydi. Boynuma çarpan sıcak nefesi tüylerimi diken diken ederken nefesi kan kokuyordu sanki. Bu adamda anlatamadığım bir şeyler vardı.
Çırpınarak ellerinden kurtulmak istedim fakat etrafımı öyle bir sarmıştı ki kıpırdayamıyordum bile.
"Ştt, çırpınma Kuzgun. Tilki avını yakaladıktan sonra kurtulmak imkansızdır." Baş ucumdan ayaklarıma kadar ürperdiğimi hissettim. Sanki kova kova kaynar su boşalmıştı kafamdan aşağı. Nasıl oldu da anlamamıştım kim olduğunu, hiç görmesem de anlamalıydım, bilmeliydim.
Kendimi azarlamaya son veremiyorken titreyen ellerimi sıktım, korkuyla aşağıyı izliyordum. Atlas aşağıda beliren adamlarla bir şey konuştu, sanki bir silah sesin bekliyordu kalbim. Kendini parçalamak için birer el silahı bekliyordu, istemeyerek, korkuyla. Aniden diğer eliyle gözlerimi kapadı, elleri barut kokuyordu. Allah kahretsin ki elleri barut kokuyordu.
"Bundan sonrasını görmemen gerek Kuzgun, şimdi ayağa kalkacak ve benimle geleceksin. Aksi taktirde burada seni gebertecekler." Kaşlarım havalandı, zar zor görebildiğim loş ışık da kaybolmuştu şimdi.
Arkamdaki kişi Tilki'nin ta kendisiydi. Ölümün oğlu olarak tanıttıkları Tilki. Herkesin hiç gibi bildiği, neredeyse kimsenin görmediği zaten görenlerin de sustuğu o adam. Biliyordum ki bu adam akıl alınmayacak şeyler yapabilirdi fakat biz Tilki'ye bulaşmamıştık. İşin odağındaki adam Haldun'du, onun Tilki'yle bir bağlantısı olabileceğini düşünmüyordum. Lanet olsun, bu adam neden buradaydı, neden bulaşıyordu bize?
Dediğini dinleyerek ayaklandım, en ufak bir fırsatta kaçacağımı ya da saldıracağımı o da biliyordu. Kafeste bir kuş saklar gibi sımsıkı tutuyordu kollarımı. Zifiri karanlığın içerisinde bilmediğim adımlar atıyorken aklım tek bir yerdeydi.
Özgür, Ufuk ve Atlas.
İyi miydiler?
Henüz yüzünü hiç görmemiştim, bir süre yürüdükten sonra birkaç hışırtı duyuldu. Duraksadı adımları ve sağa doğru hareket ederek bir şeye yaslandı. Muhtemelen ağaçtı, zira bu koca ormanda başka ne olabilirdi bu. O ağaca, bense kendine yapıştırdığı bedenine yaslanıyordum. Kulağıma eğildi yumuşak sesiyle. Güçlü fakat ferah parfümü burnuma dolunca irkildim. Sanki greyfurt, ahududu, lavanta ve sandal ağacı aynı anda dolmuştu burnuma.
"Bana bak, iyi dinle beni küçük Yarasa." Deyip bir kez etrafına baktı ve tekrar kulağıma eğildi. "Şimdi seni bırakacağım, ilerideki yol otobana çıkıyor. Seni orada bir araba bekliyor olacak. Tüm gücünle koş ve o arabaya bin yoksa ölürsün." Beni aniden bırakınca donakalmıştım. Hiçbir şeye anlam veremiyordum. Ne onun neden böyle yaptığına ne de şu anda neler olduğuna. Elindeki silahın mermisini namluya getirerek atışa hazır hale soktu.
Arkamı dönmedim, yüzünü merak etmedim aslında görmek de istemedim. Korkmuyordum ama aklım oldukça karışıktı.
"KAÇ!" Dediğinde kendime gelmişçesine irkildim ve koşmaya başladım. Arkamdan iki el silah sesi işitince daha hızlı koşmaya başladım, kardeşlerimi kurtarmak zorundaydım.
Çamurlu toprak yüzünden ayağım kayınca taşın üzerine düşerek kafamı vurmuştum. Üzerime bürünen çamur umurumda değildi fakat kafam oldukça sızlıyordu, alnımdan akan sıcak sıvının kan olduğunu biliyordum fakat hiç durmadan ayağa kalkıp koşmaya devam ettim. Koşarken toka saçımdan fırlayıp çıkınca rüzgar bu anı bekler gibi uzun siyah saçlarımı savurmaya başladı gecenin içinde, titriyordu bedenim koşmaktan. Yolu görünce rahat bir nefes alarak durdum, gerçi biliyordum ki henüz erkendi bunun için. Derin nefesler alıp vererek iki saniye de olsa soluklanmak istedim. Kalbim ciğerlerimi patlatırcasına çarpıyor, nefeslerimi dahi titretiyordu. Önümde siyah bir araba durunca kalakaldım, koşarken bunu hiç düşünmemiştim. Bunun hepsi bir tuzak olabilirdi, beni oyuna getiriyor olabilirdi. Ama anlayamıyorum, ellerindeydim zaten, neden böyle bir oyuna ihtiyaç duysundu ki? Aslında bakarsak şu an kaybedecek hiçbir şeyim yoktu, ölmek pek umurumda olmasa da çocukların onun elinde düşünüyordum. Arkadan yankılanan birkaç el silah sesiyle hızla arabaya atladım.

KUZGUNLARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin