3.Bölüm

226 10 0
                                    

Mektuplar uzuyor, uzuyor ve sonunda ben sıkılıyorum. Ablam akşam eve gelecek benimle konuşmak isteyecek, oysa ben hiç kimseyle konuşmak istemiyorum. Bir müddet kendimle baş başa kalıp olup biteni ve bütün yaşadıklarımı ayrıca düşünmem gerekiyor. Çarçabuk masayı toparlayıp ortalığı düzenledim. Bulaşıkları yıkayıp bir çırpıda yemek yapma telaşına girdim. Kısa zamanda pilav, şehriye çorbası ve taze fasulye yemeği yaptım. Akşama doğru altıya gelirken saat, evde sıkıldığımı hissettim, hemen ablama telefon ederek, biraz dışarıya çıkıp hava alacağımı ve alışveriş yapacağımı söyledim. Kartal'da her zaman uğradığım çay bahçesine gidiyordum. Çay bahçesinin karşısında Marmara denizinin en güzel mavisi ve onun incileri adalar var, orada saatlerce oturup gelip geçen vapurlara ve gemilere bakıyorum, bazen de gözlerim dalıyor denize öylece bakıp kalıyorum. Kendimi büyük bir savaştan çıkmış ve her yanı yaralı bereli olan bir asker gibi hissediyordum. Yaklaşık altı aydan beri işimi de bir kenara itip, sürekli kendi problemlerimle ve beyefendinin problemleriyle ilgilenmiştim.

Neredeyse işimi kaybetme derecesine gelmiştim. Herkesten ve her şeyden kaçmıştım, bütün sevdiklerime sırtımı dönmüş, kendimi onlara kapatmıştım. Bu nedenle bazı arkadaşlarım beni arayıp halimi hatırımı sormuyorlardı, çünkü aklım başka şeylerle doluydu, onlara ayıracak vaktim yoktu. Aklımı yalnızca onu anlamaya ve ne yapmaya çalıştığına vermiştim, bu esnada çok şeyleri kaybetmişim çok, daha da kaybediyorum, yolun sonuna geldiğimde ani bir frenle durdum nihayet...

Garson geliyor,

-Buyurun hanımefendi, ne içersiniz?

-Lütfen büyük bardakta çay alabilir miyim?

-Tabi hemen.

Garson içeriye gidiyor, onun ardından çantamda uzun bir süre kapalı olan telefonumu alıp artık açmaya karar veriyorum(sırf saate bakmak için).Masanın üzerine koyduğumda, farkında değilim ama gözümü ayıramıyorum telefondan. Etrafıma bakınıyorum sürekli, gelip geçenlere bakıyor onları süzüyorum, yan taraftaki restoranda yemek yiyenlere, bir telaşla oradan oraya koşuşturanlara bakıp, dalıyorum. Çok zaman geçmeden çayım geliyor, yavaş yavaş çayımı yudumlarken telefonum çalıyor. Uzun zamandan beri beklediğim şey nihayet oldu, sonunda birisi beni arıyor. Arayan Zeynep:

-Ilgın, nasılsın?

-İyiyim Zeynepçiğim sen nasılsın?

-Sesin hiç de öyle demiyor ama?

-Biraz üşütmüşüm sanırım, o yüzden boğazlarım ağrıyor.

-Neredesin?

-Kartal'da çay bahçesinde oturuyorum.

-A a ben de Kartal'dayım, ben de seni çağıracaktım. Karanlık bara gelir misin, ben oradayım. Oturup konuşalım iyi gelir.

-İyi olur, zaten benimde konuşmaya ihtiyacım vardı.

-O zaman seni bekliyorum.

-Peki, geliyorum...

Karanlık bar, bir çeşit türkü bar. Zeynep ile canımız sıkıldığında sürekli oraya gidip, türkü dinleyerek kafamızı dağıtırız. Bulunduğum yere çok da uzak değildi, yürüyerek beş dakikada varabilirdim. İçtiğim çayın ücretini ödeyerek kalkıyorum oradan. Karanlık bar, Kartal tren istasyonuna yakın bir yer, oraya giderken bir alt geçitten geçmek gerekiyor, sessizce yürürken geçidin üstünden gürültüyle bir tren geçiyor. Tren geçerken durup onun geçmesini dinliyorum, o anda aklıma dün gece yaşadıklarım geliyor. Doğru düzgün binmediğim trenle bu şehirden kaçma girişimim. Sonra kafamı toparlayıp yürümeye devam ettim, Karanlık bara gelmiştim. Adı üstünde içi karanlık bir bardı ama kilimler, sedirler, çanaklar, çömlekler, tahtadan elişleri ortamı bir anda sıcak hale getiriyordu. Merdivenlerden indiğimde Zeynep'i merdivenlerin tam karşısındaki sedirde otururken görüyorum. Beni görünce ayağa kalkıyor ve birbirimize sarılıp öpüşüyoruz. Zeynep'i görünce nedense içim biraz rahatlıyor, ona öyle sıkı sarılıyorum ki o bile buna şaşırıyor.

KarabatakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin