7

56 14 45
                                    

Abel evden çıktığında ayaklarımı kontrol ettim. Herhangi bir ip kalmamıştı bileklerimi saran. Bunu görmek bir nebze de olsa sakinleşmemi sağlamıştı.

Hiçbir şey yapmadan bu koltukta oturup saatlerce düşüncelerimin arasında dolaşmak, gerçeklikten uzaklaşmak istiyordum. Kabullenmeyi reddediyor, kaderime karşı çıkmak istiyordum.

Fakat bunun için çok geçti. Çoktan kan yemini etmiş, köleliği kabul etmiştim. Bu durumda bana kalan tek şey, seçtiğim bu yolda boynumu bükerek sahibimi takip etmekti...

Yarının ne olacağını düşünmeden, herhangi bir plan yapmadan, tamamen sahibime biat ederek yaşamaktı. Tıpkı tasmasıyla gezdirilen bir köpek gibi.

Saat 12:43'ü gösteriyordu. Neredeyse dört saat boyunca uyumuştum ve Abel de başımda beklemişti. Uyandığımda ona saldırmamam ya da ondan kaçmamam için de ayaklarımı bağlamıştı. Bu adamın aklından neler geçiyordu, bilmiyordum.

Uykusuz olmam ve aldığım darbeler beni bu denli yorgun düşürmüştü. Ve durum böyleyken, Abel ile gece yarısı antrenman yapmaya gidecektim. Ne kadar gitmek istemesem de belki de bu antrenman kölelik yaptığım insanı tanıyabilmem için bir şans verirdi elime.

Fakat bu adamı tanımak asla düşünüldüğü gibi kolay olmayacaktı benim için. Abel, sonu olmayan dipsiz bir kuyu gibiydi. Onun hakkında yeni şeyler keşfetmeye çalıştıkça, karanlığa gömülecekmiş gibi hissediyordum.

Başından beri bana verdiği hissiyatlar, gözleri, kokusu... Hepsi çok farklıydı. Sıradışı oluşu ve böyle sıradışı bir adama kan yemini ederek onun kölesi olmayı kabul etmiş olmam beni çok korkutuyordu.

Ecelime kendimi teslim etmiş gibi hissettiriyordu. Fakat ecelim kaderimse ne yapılabilirdi başka?

Kafamda çok fazla soru vardı. Onun kadar güçlenirsem onu öldürebilir miyim? Neden dünyanın hükümdarı olmak istiyordu? Geçmişinde neler saklıydı? Kendi evrenimize neden dönmek istemiyordu? Ve en önemlisi, bu soğuk karakterinin sanatçısı kimdi?

Bitmek bilmeyen düşüncelerimin arasında yankılanan tek cevap onun korkunç bir insan olmasıydı. Yoluna çıkacak olan herkesi gözünü kırpmadan yok edecek, duyguları olmayan, kendisinden başkasını asla düşünmeyen bir insandı.

Onu gördüğüm ve onunla konuştuğum süreleri düşününce, bu cevaplara ulaşmak imkansız değildi.

Abel'in hareketleri, karakteri bana birisini hatırlatıyordu. Onun bu davranışları bana uzak gelmiyordu. Sanki çok yakınımda birisi Abel ile aynı karakteri taşıyordu. Öyleyse, neden ben bu karakterden nefret ediyordum?

Aslında bu sorunun cevabı zor değildi. Abel'den nefret ediyordum, çünkü onda kendimi görüyordum. Soğukkanlı duruşu, sadece kendisini düşünmesi, kibri, egosu... Hepsi beni ben yapan şeylerdi. Ve onu da o yapan.

İnsan her aynaya baktığında görmek istediği şeyleri görürdü. Ben her aynaya baktığımda dış görünüşüme odaklanır, güzelliğimi görürdüm. Fakat narsist kişiliğimi, bencilliğimi ya da diğer kötü özelliklerimi görmez, görür gibi olduğumda da kendimi avutarak onları yok sayardım.

Abel, bana benim kusurlarımı gösteren bir ayna gibiydi. Ona baktıkça kendimi görüyordum. Bu yüzden ondan nefret ettikçe aslında kendimden nefret ediyordum.

Fakat bizi birbirimizden ayıran bir özellik vardı. O da "duygu" idi.

Ben ne kadar kötü olsam da, içimde duygu kırıntıları taşıyordum. Kendi dünyama döndüğümde yeşerecek olan duygu kırıntılarıydı bunlar.

Fakat Abel, böyle değildi. Abel'de duyguya dair hiçbir şey yoktu. Gözleri bomboştu.

Onun yerinde ben olsaydım, kendimden güçlü birini gördüğümde onu öldürürdüm ve tekrardan en güçlüsü olurdum. Bu duygusal ve zayıf bir harekettir aslında. Mantığa dair hiçbir iz taşımaz. Tamamen kıskançlık ve nefretten doğan bir eylemdir.

BEYAZ KANHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin