BÖLÜM İKİ

101K 0 0
                                    


Uzun zamandır koşuyordum ve kaslarım bana ihanet ederek sızlamaya başlamıştı. Kalın gövdeli, uzun bir ağacın gölgesi altında soluklanmak için duraksadım. Ağzım kurumuş, dudaklarım çatlamıştı. New York'ta sıradan, sıcak ve nemli bir gündü. Hava bin derece falan olmalıydı. Kuyruğunu neşeyle sallayarak yanıma gelen cinsini bilmediğim uzun tüylü köpeği sevmeye başladım. İçim tanıdık bir şeyler görmenin verdiği sevinçle kıpır kıpırdı çünkü onu daha önce de burada koşarken gördüğüme yemin edebilirdim. Gözlerim sahibini arıyordu.

Central Park'ta her gün yaptığım rutin bir koşudan sonra bir köpeği severken, şimdi İstanbul'un dar, karanlık, ıssız bir sokağına geçiş yapmıştı zihnim. Geri dönmek, parkta gezinmeye devam etmek istiyor ama yapamıyordum. Gözlerimi acıtan karanlık, içime korkuyu ve gerginliği salıyordu.

Genç bir adam, duvar kenarına sıkıştırdığı başka bir adama bağırıyordu. Tahammülü yoktu, sinirli ve gaddardı. Acıması yoktu. Ceketinin cebinden çıkardığı bir bıçağı, korkudan duvara sinen adamın bacağına saplamıştı. Adamın acıyla bağırışı kulaklarıma yer edinmişti ve bir türlü silinmek bilmiyordu. Yaralı adamı orada bırakarak olduğum yere doğru yöneldiler.

Saklandım.

Ayak seslerinden yaklaştıklarını hissedebiliyordum. Çömeldiğim yerde başımı duvara yasladım ve gözlerimi kapatarak beklemeye başladım. Beklemek sonsuzluk gibi geldi. Saatin akrebi yelkovanı kovalamayı bırakmış, bir köşede dinleniyordu sanki. Kalbimin çarpıntısı göğüs kafesimi kıracak kadar sertti. Kendimi rahatlatmak için aldığım derin nefesi birden bire bileklerimden kavrayan güçlü eller kesti. Beni bir kedi gibi köşeye sıkıştırmış, avını parçalamak için sabırsızlanan bir aslan misali nefret ve açlıkla kısılmış gözleriyle birkaç santim ötemde beni süzüyordu.

Az önce kullandığı bıçak bu sefer benim boğazıma dayanmıştı.

Hıçkırarak "Hayır," diye haykırdım. Daha fazlasını söylemek, onu durdurmak istedim. Kelimeler boğazıma tıkanmıştı. Sanki beynim "hayır" kelimesi dışında kalan tüm kelimeleri yutmuştu. Ellerinden kurtulmak için ne kadar çırpınsam da onun güçlü bilekleri, kaslı vücudu karşısında ben oldukça cılız ve güçsüzdüm.

"Artık çok geç, her şeyi gördün." dedi buz gibi içimi üşüten bir sesle. Yüz ifadesi soğukkanlılığını koruyordu, çenesi kasılmıştı. Buz mavisi gözleri koyulaştı ve keskin bıçağı ile boğazımda derin bir kesik açtı. Başımı geriye atarak duvara yasladım. Ellerim titreyerek boğazımdan kazağıma doğru akan sıcak, kaygan, yapış yapış olan sıvıya kaydı. Acı ve şok dalgalar halinde vücuduma yayılıyor, kan kaybıyla karanlık zihnimin pencerelerine tahtaları çiviliyor; beni renklerden ve yaşamdan mahkum bırakıyordu. Kesiğe basınç uygulamaya çalışıyor, karanlığa direniyordum. Fakat çok güçsüz hissediyordum. Ellerim silinip yok oluyordu sanki. Onları hissedemiyordum. Boğazımdaki yakıcı acı azaldıkça zihnimin kontrolünü de kaybediyordum. Gözlerimin odağını kaybettim ve buz mavisi gözler karanlığa karıştı.

"Hayır," diye fısıldadım gözyaşlarıma hakim olamayarak. Daha sonra güçlü bir çığlık koptu ve gözlerimi korkudan titreyerek açtığımda çığlığın bana ait olduğunu fark ettim. Dudaklarımı birbirine bastırdım şaşkınlıkla. Kirpiklerimi kırpıştırdım ve rutubetlenmiş tavanı inceledim.

"Bu da neyin... Nesi?"

Bir çift telaşlı görünen mavi gözün sahibi üzerime eğilince yeni bir şok dalgası vücudumu sardı. Kabus gördüğüme sevinme şansı bile bulamamıştım.

Ve tanrının beden bulmuş hali omzuma dokunarak konuşmaya başladı.

"Sadece rüyaydı, geçti artık. İyi misin?"

KOREL (Kitap Oldu)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin