VII,5 ~

299 43 39
                                    

Zaman çok garip bir kavramdı.

Herkes için geçen süre aynı olmasına rağmen kimisine daha kısa gelirdi, kimisine daha uzun. Kimi zaman yavaş geçerdi, kimi zaman hızlı. Genelde ortası olmazdı.

Çabuk olmasını istediğimiz bir şey için beklenti içindeyken yavaş geçerdi, sanki o an bir türlü gelmeyecekmiş gibi. Daha fazla beklemek istemezdik. Ama hiç gelmesini istemediğimiz anlar için biraz daha zaman dilenirdik, bu dilenişimizin karşılıksız kalacağını bile bile. Hızlı geçerdi, o an yaklaştıkça da bizi strese sokardı.

Kısaca isteğimizin tam tersi oluyordu; hızlı istesek yavaş, yavaş istesek hızlı.

Şu bir haftanın nasıl geçtiğine karar veremiyordum, ama hafta değil de gün olarak ele aldığımda kesinlikle yavaş geçtiğini söyleyebilirdim. Çünkü bir beklenti içindeydim.

Ame'yi görebilme beklentisi.

Şimdi yine çalışma masama oturmuş, önümde defter açıkken kalemi elimde çeviriyor ve her zaman ki gibi kısmen onun yüzünden oluşan düşüncelerimle boğuşuyordum.

Onu bu hafta neredeyse hiç görememiştim, görsem de uzaktaydı ve seslenecek fırsat yoktu. Sadece şemsiyesini geri vermek istiyordum oysaki. Sırf geri verebilmek için hava vücudu eritebilecek derecede sıcak olduğunda bile o şemsiyeyi elime almış ve önce annemin, ardından okuldakilerin garipser bakışlarına maruz kalmıştım. Hatta Reo bana "Aklıma fesatça şeyler geliyor, getirme artık şunu." demişti.

Ama n'apayım, ya tekrar yağmur yağarsa ve benim yüzümden şemsiyesiz kalırsa? Ama çok isteseydi kendisi gelip bulmaz mıydı beni? Belki beni asıl düşündüren bu hafta neredeyse hiç karşılaşmamamızdır? Benden kaçıyor muydu, neden kaçsın ki?

Yoksa onu bunaltan ben miydim?

Ama ne yapmıştım ki? Tek istediğim onunla konuşmak, onu tanımaktı. En azından adını öğrenmekti. Birisinin adını öğrenmek istemek kadar normal bir şey var mıydı ki?

Hem biz arkadaş değil miydik?

Ame her daim kafamda sorular birikmesine ve geceleri uyuyamamama sebep oluyordu.

Ve arkadaşlık konusuna gelmek gerekirse, sanırım henüz o raddeye bile ulaşamamıştık.

Önümüzde daha upuzun bir yol varmış gibi hissediyordum. Belki yanlış bir histi, belki yalnızca kendimi kandırıyordum. Olsun, buna inanmak beni mutlu ediyorsa inanmaya devam etmek istiyordum.

Elimde çevirdiğim kalemin yere düşmesiyle düşüncelerimden ister istemez sıyrıldım ve yere düşen kalemi almak için eğildim. Tam o sırada gözüme masamın yanına yasladığım siyah şemsiyenin çarpmasıyla derin bir iç çektim. Dudaklarım arasından küçük bir kahkaha çıkmasına engel olamayarak "Sadece bir şemsiye." diye mırıldandım ve tekrardan önümdeki ders notlarına odaklandım.

Yaklaşık kırk beş dakikalık çalışma sonrası gözlerimin yorulduğunu hissederek konu özeti çıkarmak için kullandığım kalemi defterin üzerine bıraktım ve sırtımı sandalyeye yaslayıp başımı yukarı kaldırarak tavana baktım, her zamanki gibi. Aslında düşününce, bu aralar tavanla çok fazla bakışıyordum sanki, ve bu da kafamı beni rahat bırakmayan düşüncelerle daha fazla meşgul ettiğim anlamına geliyordu. Kaçmaya çalıştığım düşünceler.

"Görünürde her zaman gülümsüyor olsam da içeride çaresiz bir mücadeleyle debeleniyordum"

En çok bundan kaçmaya çalışıyordum, telefonumun kilit ekranındaki bu alıntıdan. Osamu Dazai'nin "İnsanlığımı Yitirirken" kitabındaki alıntıdan.

7 ay öncesine kadar bunun benim için bir anlam ifade ettiğinden emindim, ama şimdi etmiyordu çünkü hafızamı kaybetmiştim, ilk yaşamıma dair hiçbir şey hatırlamıyordum. Neden bu alıntıyı seçtiğimi bilmek istiyordum, ama bir yandan da korkuyordum. Depresif anlam taşıyan bir alıntıydı bu, aynı şekilde kitabın kendisi de.

Komaya girmeden, her şeyi unutmadan önceki yaşamımda mutlu değil miydim?

Dışımdan gülümsememe rağmen içimde adeta hayatta kalmaya çalışırcasına bir mücadele mi veriyordum?

Yoksa sadece hoşuma gittiği için mi bu alıntıyı seçmiştim, herhangi bir problemim yok muydu?

Cevabını aradığım çok şey vardı, ama kimse bana bir cevap sunmuyordu.

Kendimi tanımak istiyordum, ama kimse bana bu konuda yardım etmiyordu.

Yaşamam için bana bir şans daha verilmişti, ama henüz gerçek anlamda yaşamaya başladığımı hissetmiyordum. Hissedemiyordum.

Yoktu. Ne cevaplar, ne bir anlam, ne de hisler. Hiçbiri yoktu.

Eğer meraklarınız sadece cevabı olmayan ya da cevabı verilmeyen sorulardan ibaretse ağızdan çıkmasının ne anlamı vardı ki? Burada sabır da devreye giriyordu aslında. Sabırlı olan insanlar o cevaplara erişeceğine her daim inanırdı, pes etmezdi; ama sabırsız insanlar umudunu keserdi, sorularını sormayı bırakır, asla cevap alamayacaklarına inanırlardı, pes ederlerdi. Peki ben? Ben hangisiydim?

Henüz bu hayata dair bir anlam dahi bulamamışken kendini çözmeye çalışmak doğru muydu?

Yoksa kendini çözdükten sonra mı hayatın anlamını aramalıydın?

Herkesin "anlam" anlayışı farklıydı, bu durumda kimilerinin bu anlamı bulması uzun, kimilerinin ise daha kısa sürmez miydi? Adalet neredeydi, neden kimisi anlamı hızlıca bulabiliyorken diğeri bu anlam uğruna kendini harap etmek zorunda kalıyordu?

Ben bu arayışımı hızlıca tamamlayabilecek miydim? Yoksa kendimi harap etmek zorunda mı kalacaktım?

Önce kendimi mi çözmem gerekiyordu, yoksa hayatı mı?

Sorular çoğalıyordu, ve bununla beraber bilinmezlik hissi de artıyordu.

Sadece kaybolduğumu hissediyordum, başka hisler yoktu. Bana başka hisler yaşatacak birisi yoktu.

Gerçi... Ame vardı.

Sanırım Ame içimde değişik şeyler... değişik hisler oluşmasına sebep oluyordu.

Deniz mavisi gözlerine bakmak garip hissettiriyordu.

O gözlerini ilk gördüğüm zamanı düşünmek garip hissettiriyordu.

Bana şemsiyesini verdiği anı düşünmek garip hissettiriyordu.

Ama yeterli miydi?

Hislerimi ortaya çıkarmak konusunda Ame yeterli miydi? Bu o kadar kolay olamazdı ki. "His" denen kavram bu kadar basit değildi. Önümde daha kocaman yıllar vardı, kapılacağım çok fazla duygu vardı. Bir ayda her şeyi çözdüğünü düşünmek aptallıktı. Bir ay koca yılların yanında küçücük bir zaman dilimi olarak kalıyordu yalnızca.

Ama bir yandan da o küçücük zaman diliminin birçok acımasızlık barındırabileceği düşüncesi korkutucuydu, bundan kaçamadığımız gerçeği de aynı şekilde. Bununla her ne kadar yüzleşmek istemesekte.

İnsan kendisini yaralayacak, acıtacak şeyleri istemezdi; ama bazı cevapları acımasız olsa da bilmeye ihtiyaç duyardık. Yoksa dünyanın gerçekliği ile yüzleşemezdik.

Büyümek acımasız olsa da kendimizi ancak böyle keşfedebilirdik. Yoksa yaşayan bir cesetten ibaretmiş gibi hissederdik.

Zaman acımasız olsa da en çok ona sahiptik. Yoksa...

Yoksası yok, zamanın acımasızlığı her daim var olacaktı, hiçbir şekilde kaçışımız yoktu.

_________________________________

Azıcık edebiyat yapim dedim, bi baktım bölüm tamamen düşünceleri sorgulama üzerine birazcık psikolojik bi bölüm oluyor, ben de nasıl başladıysam öyle devam edim dedim, umarım sevmişsinizdir aşklar, ilk defa bu tarz bi şey denediğim için lütfen anlamsız bulduğunuz bir taraf olduysa söyleyin, sonuçta eleştiriler gelişime katkı sağlar~

(Hep çok fazla Stefan Zweig okumaktan oldu bunlar...)








𝑬𝒓𝒂𝒔𝒆𝒅 𝑴𝒆𝒎𝒐𝒓𝒊𝒆𝒔 | RinsagiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin