İki gün sonra...
Doktorlar, Soul'un yaşadığı krizi atlattığına karar vermiş ve eski odasına dönmesinin sorun olmayacağını düşünmüşlerdi. Odaya göndermeden önce kahvaltısını yapmasını bekleseler de Soul iki gündür olduğu gibi hiçbir şey yemeden sadece suyunu içmişti. Doktorlar da yemesi konusunda ısrarcı olmamış ve Soul'u odadan çıkarmışlardı.
Uzun, karanlık koridorlar boyunca ilerledikleri sırada Keeho, Soul'un döneceğini öğrenince tekrar odalarına dönmüş ve onun gelmesini beklemeye başlamıştı. İki gündür ona ne yaptıklarını merak ediyordu, acısını paylaşıyordu. Onu iyileştirmek istiyordu ama doktor olmadığının bilincindeydi.
Keeho, tekrar geldiği bembeyaz odada elindeki poşeti güçsüzce tutuyordu. Soul, yiyememişti çikolatalarını. Oysa bahçeden odaya döndüklerinde yiyebileceğini söylemişti. Çikolata yerine elektroşok yemişti.
Duyduğu tıkırtılarla kapıya döndü hızlıca. Refleks olarak ayağa kalkmaya çalıştıysa da gerçekler çarptı geçti suratına. Boş verip Soul'un içeri girmesini bekledi ama onun yerine hemşire içeri girmişti.
"Ah, tekrardan merhaba Keeho. Soul'a saatini getireceğimi söylemiştim ama tamamen unutmuşum. Bugün aklıma geldi, hem Soul eminim ki görünce çok sevinecektir."
"Neden ki?"
"Senden önce buradaki tek aktivitesi saati izlemekti. Bundan nasıl zevk alıyor bilmiyorum ama akreple yelkovanın kovalamacası hoşuna gidiyor olsa gerek."
Keeho sadece "Hmm." diye mırıldanmıştı. Pek konuşmak istemiyordu. Hemşire de bunu anlamış olacak ki gitmeden önce son kez konuştu.
"Aslında bir yandan da seni uyarmak için gelmiştim. Soul, eski gördüğün hâlinden biraz daha sakin olacaktır. Şu an zihni boşaltılmış gibi. Bir şey olursa direkt nöbetçiye seslen. Dikkat et, benim de gitmem gerekiyor."
"Anladım, dikkat ederim." dedi sadece Keeho. Hemşire de çıktı odadan. Çok değil, bi' yarım saat sonra Soul'u getirdiler odaya.
Bayık ve boş bakışları odada turladı. Keeho'ya değdi ama tanıyamamış gibiydi. Sonra gözlerine birkaç parıltı yerleşti, yorgunca gülümsedi. Görevliler kapıyı kilitlerken yerde oturan Keeho'ya ilerledi.
"Bak." dedi yavaşça. "Ellerimi bağladılar yine. Neden biliyor musun?" dedikten sonra sustu bir süre. Sonra kafasını iki yana sallarken cevap beklemediğini belirtircesine tekrar araladı dudaklarını konuşmak adına.
"Ben biliyorum. Sana zarar vermemem için, değil mi?" dediğinde Keeho üzgünce gözlerini Soul'a giydirdikleri beyaz kıyafette gezdirdi. O sırada Soul oturmaya çalışmış ama dengesini sağlayamayıp yere düşmüştü. Sonuç olarak oturduğu için umursamadı bunu. Sonra gözlerini Keeho'nun gözleriyle birleştirdi. Bakışlarını anladı. Yanlış anladı.
"Bana acıma." diye fısıldadı. Kafasını, Keeho'nun dizlerine koyup uzanırken. Keeho, Soul'un düşündüğünden daha zeki olduğunu anlıyordu şimdi. Soul, sadece deli rolünü oynamaya bayılıyordu ve artık benimsemiş gibiydi. Fark etmese de yavaş yavaş deliriyordu.
"Çok nazikçe benim yanışımı izledin ama seni anlıyorum Keeho. Yapabileceğin bir şey yoktu, bacaklarını kullanamıyordun. Ben de ellerimi kullamıyorum, benzer sayılırız."
Keeho, yutkunmaktan başka bir şey yapmadı. Ona nasıl yardım edebileceğini bilmediği gibi şu anda da ona ne demesi gerektiğini bilmiyordu.
"Benden nefret etme, ben deli miyim? Eskisi gibi ölmek istemiyorum. Hayır, ölmek istemiyorum." derken sessizce gözyaşlarını akıtmaya başladı Soul. Keeho, bunu görmedi çünkü Soul'un kafası onun baktığı yere doğru bakıyordu, kapıya dönüktü yüzü ikisinin de.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kelebek (KeeSoul)
Short Story[Tamamlanmıştır (×36)] "Edebiyatçılar, beyazın masumiyeti simgelediğini savunur; doktorlar ise deliliğin. Sen ne düşünüyorsun bilmiyorum ama bence beyaz, hiçbir şeyi simgelemiyor. Olsa olsa sen beyazı simgeliyor olurdun ama bunun ne masumiyet ne de...