Bölüm 2: Alma Krinsanın ahını, çıkar aheste aheste

37 8 8
                                    

"Pekâlâ," dedi Mehtap derin bir nefes alarak. "Öğretmen olacaksın."
Güneş, bunu duyunca gözle görülür bir biçimde irkildi. "Hayır,” deyiverdi, pelerininin başlığı arkaya kayacak kadar başını sallayarak. "Ben bir şifacıyım!"
"Onu biliyoruz herhâlde.” Kadın, kakülleri ardında kaybolmuş kaşlarla adamı süzdü. "Bütün beylik biliyor. Komşu beylikler de biliyor. Bütün memleket biliyor.”
Güneş, sanki bu sözler canını acıtmışçasına yüzünü ekşitti. "Bitti mi?"
"Bitti," dedi Mehtap derin bir nefes alarak. "Okul'u yeniden açıyoruz."
"Yok artık.” Adamın ayakta kalabilmek için asasına tutunması gerekmişti. Ciddi bir ifadeyle kadına doğru eğilip fısıldadı: "Sen o okuldan mı bahsediyorsun?"
Kadının başıyla onaylarken gözlerini kaçırması, bu haberin pek de müjde dolu olmadığını söylüyordu.
Güneş açık kalmış ağzıyla birkaç saniye öylece durdu. Uyuşuk hareketlerle, atının heybesinden bir örtü çıkarıp yere serdi. Bağdaş kurup örtüye otururken bile kuşku dolu bakışlarla kadını süzüyordu. "Kimin fikriydi bu?"
"Şey…” Mehtap iç geçirdi ve Güneş’in karşısına kuruldu. "Benim."
Adamın çatılan kaşlarından ve yeşil gözlerindeki sert bakıştan, düşündüğü her şey açıkça anlaşılıyordu. "Kendin kaşınmışsın." diyordu. "Beni de buna bulaştırma."
"Biliyorum, biliyorum," dedi Mehtap, savunmacı bir ifadeyle ellerini kaldırarak. Adamın gözlerinin içine baktı. "Seni bu işe katmak istemezdim, biliyorsun."
Güneş, duyduğu şey karşısında bastırmayı beceremediği soğuk bir kahkaha koyuverdi. Bir yandan da heybesinden bir parça ekmek çıkarıyordu. "Biliyor muyum? Hayır, benim tanıdığım Mehtap beni sıkıntıya sokmak için elinden geleni yapar."
"O tanıdığın Mehtap bacak kadar çocuktu," dedi Mehtap, kendisine uzatılan ekmeği ısırırken. "Sen de öyleydin. Ayrıca kabul et, eziğin tekiydin."
Şifacı, durgun bakışlarla kendisine kalan tek yiyecek olan ufacık elmaya baktı. "Şu an da pek farklı sayılmam.”
"Yok canım.” Kadın, aceleyle ağzındakini yutuverdi. "Çok değiştin sen,” dedi, boğuk bir sesle. “Bir kere çok önemli birisin şu an. Bütün beylik hasta olunca sana başvur…"
"Çünkü Savgu öldü,” diyerek Mehtap’ın sözünü kesti, Güneş. "O benden çok daha iyi bir şifacıydı. Ben onun tırnağı bile değilim."
"Boynuz kulağı geçer, derler.” Kadın, muhtemelen teselli edici olduğunu düşündüğü çarpık bir tebessümle adama baktı. "Sen onun öğrencisiydin ve şimdiden çok şey başardın. Yıllar önceki salgına ilaç hazırlayan sendin, ne de olsa."
Güneş, ısırdığı elması boğazında kalıp öksürerek hayretle kadına döndü.
Mehtap pişkin pişkin güldü. "Ee, Köşk'te çalışmanın artıları var tabii. Sen de beylikteki en iyi şifacı olunca hakkında bilgi edinmek zor değil. Ama..." Gözleri, ilerideki bir noktaya dalıp gitmişti.
"Ama?" dedi Güneş ona bakarak.
Kadın, uykudan uyanırcasına silkindi. "Ama şu an Okulun sana daha çok ihtiyacı var."
Tatsızca gözlerini devirdi, Güneş. "Bak, seçeceğin herhangi biri bile benden daha iyi bir Öğretmen olur,” dedi, kesin bir tonda. Pelerininin başlığını arkaya atmıştı. Kömür karası, gür atkuyruğu omzundan aşağı salınıverdi. "Ben yalnız yaşamaya uygun biriyim. Biri hasta olursa ilgilenirim, sonra ormandaki evime geri dönerim. Bu kadar."
"Durumun ciddiyetini anlamıyorsun," dedi Mehtap sesini sertleştirerek. Uzun atkuyruğunun içinde yer yer örülmüş saç öbekleri bile dikkatini dağıtmışa benzemiyordu. "Herhangi biri diye biri yok. Bunu sen de adın gibi biliyorsun. Hepsi savaşta öldüler. Tıpkı Savgu gibi."
Genç adam, adeta perçemi ardına saklanmak istercesine başını eğdi. "Biliyorum,” dedi, kısık bir sesle. “Bu da Okul'u yeniden açamamamız için geçerli bir neden."
"Okul'u açmak zorundayız," Kadının emredici tonu, korulukta yankılanmıştı. "Ölüyoruz, Güneş. Birkaç yıl içinde Zümrüt Krinsan diye bir şey kalmayacak." Adam rahatsızca yerinde kıpırdandı, kadın ise iç geçirdi. "Köşk'ün arşivindeki kayıtlara baktım," diye devam etti, Mehtap. "Bundan yıllar önce, Okul'da eğitim alan Zümrüt Krinsan sayısı yüzün üzerindeymiş. Ardından ellilere inmiş. Ondan sonra bizim neslimiz gelmiş, yirmi beş kişi olmuş."
"Giderek yarıya mı iniyor?" Güneş şaşkınlıkla kaşlarını çattı. "Yani şimdi eğitilecek öğrenci sayısı on iki buçuk mu?" Mehtap'ın bir anda parlayan gözlerini görünce, "Üzgünüm," dedi. Sesi hakikaten üzgündü. "Devam et sen."
"Benim bildiğim kadarıyla şu an koca beylikte yalnızca beş Krinsan çocuk var."
"Senin bildiğin kadarıyla mı?" diye tekrar etti Güneş. "Sen nasıl biliyorsun bunu?"
"Nerede yaşıyorsun sen Allah aşkına? Ne iş yaptığımı nasıl bilmezsin?"
"Ormanda yaşıyorum."
Mehtap ikinci sorusuna cevap bekler bir şekilde Şifacıya dikti gözlerini. Aradaki sessizlik devam etti ve kadın gözlerini devirdi. "Bey’in danışmanıyım. Başdanışmanı. Böyle olunca Bey ne biliyorsa ben de öğreniyorum.”
Güneş elma çöpünü atının önüne atıp kollarını kavuşturdu. Herhâlde bu onun dilinde Mehtap’ı dinlediği anlamına geliyordu.
“Şimdiye kadar yeni doğan bir Krinsan'a rastlamadım, hiç,” diye devam etti kadın. “Hepsi bizden hemen sonraki nesil. Senin de bildiğin gibi, bu yıl on dört yaşına girecekler ve okula gitmek zorundalar."
"Senin şu akıl hocanın Bey olmasına hâlâ alışamadım ben," dedi Güneş, dalgınlıkla. Ardından Mehtap'ın gözlerini görüp susuverdi. "Üzgünüm.”
"Evet. Benim şu akıl hocamın baş danışmanıyım. Beylikte olan önemli olaylarla genellikle ben ilgileniyorum. Kalan zamanımda da kızına eğitim veriyorum."
"Kızı mı?” Şifacı anlamaz hâlde gözlerini kırpıştırdı. “Tomris mi?”
"Bebek bakıcılığı yapmıyorum,” diyerek savunmaya geçti, Mehtap. “Sadece savaş eğitimi veriyorum. Ve itiraf etmek gerekirse bu konuda daha iyiyim." Kemerindeki hançeri dürttü.
Güneş, Mehtap’ın işine akıl sır ermezmişçesine şaşmış görünüyordu. "Sırf bu yüzden mi okulu açmak istiyorsun? Eğitim aşkın alevlendi diye mi?"
"Eğitim aşkıyla ilgisi yok bunun.” Kadının sesine bakılırsa iyice bezmeye başlıyordu. "Yine Yakutlar bize saldırırsa bütün Zümrütlerin sonu olur bu. Gelmek istediğim nokta buydu. Savaşta çok fazla insan öldü. Hepsi Krinsan değildi belki ama Krinsan soyundan gelenler bir hayli fazlaydı. Dolayısıyla doğabilecek yeni Krinsanlar da beraberinde yok oldu. Geriye yalnızca beş çocuk kaldı. Soyumuz tükeniyor."
"Bu konuda haklı olsan bile Okul'u yeniden açmak, doğru bir hareket olmayabilir."
"Nedenmiş o?"
"Savaşta ölen Zümrütlerin birçoğu Bildiriciydi. Yakutlar onları yok etti. Ve şey...” Güneş çekingence omuz silkti. “Kütüphane de yandı. Hiçbir yazılı kaynağımız yok. Zümrüt Krinsan tarihini ve diğer her şeyini baştan yazmamız gerekecek."
"Biliyorum.” Mehtap sıkkın bir hâlde başını salladı. "O yüzden onlara bildiğimiz her şeyi öğretmekle yükümlüyüz. Ben elimden geleni yapacağım."
"Tamam, diyelim ki yaptın," dedi Güneş, "Hatırlarsan bizim bir sürü Öğretmenimiz vardı. İz sürme ve gizlenme, strateji, tarih, şifacılık, savunma, dövüş... Sen strateji eğitimi verebilirsin, belki bir de dövüş. Kalanları ne olacak?"
"Şifacı olarak sen varsın ya.”
"Varsayalım ki ben de varım," dedi Güneş, ki ses tonundan bu durumu tasvip etmediği açıkça belli oluyordu, "Gerisi ne olacak?"
"Geride başka Krinsan yok.” Kadın iç geçirdi. "Hepsi öldü. Bir sen varsın, bir de ben. Koca bir nesilden sadece iki kişi... Bizden öncekiler de savaşta öldüler. Efza Bey hariç, elbette. Ve…"
"Onu da Öğretmen yapamayız," diyerek cümleyi tamamladı Güneş. Sıkıntılı ifadesine bakılırsa konunun nereye gittiğini kavramışa benziyordu. "Sonuç olarak, bildiğimiz her şeyi öğretmek ikimize düşüyor."
Mehtap, şevkle onayladı.
"Sorun şu ki, ben her şeyi unuttum," dedi Güneş. "Zaten Şifacılık dışında bütün alanlarda çok kötüydüm. Elimden pek bir şey gelmez."
Kadın tatsızca güldü. "Azla yetiniriz, o zaman.”
Güneş içini çekti. Sanki derin bir özlem çekermiş gibiydi gözleri. "Keşke Beril burada olsaydı.”
Bunun üzerine Mehtap, bir anda celalleniverdi. Anında parlayan gözlerini Güneş'e dikti ve dişlerini sıkarak, "Onun adını anayım deme sakın," dedi haşince. "O bir hain ve sen de bunun farkındasın."
"Aslında…” Güneş, ölçüp tartarcasına Mehtap’a baktı ve iç geçirdi. "Yani yalnızca Şifacılık ve Strateji eğitimi mi vereceğiz onlara?"
"Öyle.” Konuya dönmüş olmak, Mehtap’ı sakinleştirmişe benziyordu. "Bu nesli yalnızca Bildiriciler olarak yetiştireceğiz."
Güneş kaşlarını kaldırdı. "İkimiz de Bildirici değiliz, Mehtap."
"Maalesef. O yüzden önce Strateji ve Şifacılık eğitimlerini tamamlayacağız, sonra bilgi aramaya çıkacağız."
"Sen ciddi misin?" Güneş, hayretinden az daha sepetini deviriyordu. "Bütün Beylerbeyliğini mi turlayacağız?"
"Tabii ki hayır.” Mehtap duyduğu şeyin gülünçlüğüne karşı koyamamıştı. "Tüm Sağ Kıta’yı dolaşmamız gerekecek."
"Aman Allah'ım,” diye mırıldandı Güneş. İri gözlerle Mehtap’a baktı. Kadının tamamıyla ciddi olduğunu anlamış olacak ki, "Ben yokum öyleyse." dedi ve ayaklanarak atının eyerini sıkmaya başladı.
"Olmak zorundasın!" Mehtap hışımla ayaklanıp adamı takip etti. "Bana bak. Zaten başından beri bize ait olan bilgiler çalındı. Onları geri almak ve daha fazlasını bulmak bizim görevimiz!"
"Hayır.” Şifacı, koluna asılmış Mehtap’a kararmış bir yüzle döndü. “Onlar Bildiricilerin göreviydi. Onlar da öldü. Bu işe burnumuzu sokmak bize düşmez."
Kadın, arkasını dönen adamın sırtına bakakaldı. Sinirden olsa gerek, bir gözü seğiriyordu. "Evet,” diye haykırdı, “Sana ancak kırlarda ot toplamak düşer, değil mi?"
"Benim topladığım otlar hayat kurtarıyor!" Şimdiye kadar yumuşak bir sesle konuşan Güneş’in sesi, ilk defa sert çıkmıştı. "Ya sen ne yapıyorsun?” diye çıkıştı, siyah saçlı adam. “Stratejist değil miydin sen? Neden savaşta iyi bir plan yapmadın da herkesin ölmesine izin verdin?"
Mehtap şaşkınlıktan ağzı bir açılır bir kapanır hâlde Şifacı’ya baktı. "Teessüf ederim!" diye bağırdı, "Biz elimizden geleni yaptık! Yakutlar bizim sahip olmadığımız şeylere sahiplerdi, o yüzden bütün Zümrütler öldü!"
"Evet, peki neden Yakutlar da ölmedi?" dedi Güneş meydan okurcasına. Kadın ile burun buruna gelmişti. "Normalde her iki tarafın da ölmesi gerekirdi. Sen de biliyorsun, Yakutlar ve Zümrütler birbirine dokunursa ölürler. Buna rağmen neden ölen bir tek bizdik?”
"Bilmiyoruz!" diye gürledi Mehtap, Güneş'in söyleyeceği sözleri adeta ağzına tıkarak. "Zaten tam da bu yüzden Okul'u açmamız ve yeni nesli Bildirici olarak eğitmemiz gerekiyor!" diye devam etti. "Bilmediğimiz şeyleri öğrenmek için! Burada tıkılıp kaldık, kaçabileceğimiz hiçbir yer yok artık!"
Güneş, derin derin soluyan kadınla bir süre bakıştı. Ardından kendi de derin bir nefes aldı ve atının eyerini bıraktı. "Bak, sinirini anlıyorum," dedi, yerdeki örtüyü alıp hafifçe silkeleyerek, "Ama bizim elimizden bir şey gelmez. Öldürülme ihtimalimiz çok yüksek. Zaten bir avuç kalmışız, biz de ölürsek tamamen yok oluruz."
"İyi de zaten yok oluyoruz, Güneş!" dedi Mehtap öfkesinden taze otları çiğnercesine ayağını yere vurarak. "Bizim görevimiz bu! Biz sıradan insanlar değiliz, bize bazı özellikler bahşedildi ve biz de bunları sonuna kadar kullanmak zorundayız!"
Bunu duyunca Güneş, yeniden atına döndü. Tarafsız bir ifade takınmaya çalışıyorsa da başaramadı. Heybesini sertçe astı ve kollarını kavuşturdu. Yan gözle kadını süzüyordu. "Başına buyruk davranıyorsun."
"Hayır, bu yalnızca benim planım değil. Bey de bu planın içerisinde. Zaten ancak onun katkısıyla bu plan gerçekleşebilir."
"Ne demek bu?" dedi Güneş yüzünü buruşturarak.
"Bu iş, resmi bir boyut kazandı demek," dedi Mehtap. "Artık zorunlu hale geldi demek."
"İyi madem," dedi, çaresizce. Yenilgi dolu ifadesine bakılırsa asıl demek istediği bambaşka bir şeydi. "Kimmiş şu eğiteceğimiz Krinsanlar?"

Kristalin Efsanesi 1: Son KalanlarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin