on dört

6 0 1
                                    

cadı, sınıfın susmasını bekleyen bir ingilizce öğretmeni edasıyla iyice sarıldı şalına. omzunu kapının köşesine yaslamıştı ve bir süredir mutfakta kaan ve yanındaki kızın ona henüz pek anlamsız gelen konuşmalarını dinliyordu. kızın boş bakışları nihayet cadının yuvarlak yüzüne çarptığında, cadı başını eğdi, "salona geçelim isterseniz?" dedi. ince dudakları merhametle kıvrılmıştı, belli belirsiz gülümsüyordu.

salona doğru cadıyı takip ettikleri sırada nisan, kaan'ı kolundan çekiştirdi. "ben urnayı kaybettim galiba!" diye bağırındı. şimdi adı sadece "urna"dan ibaret kalmış olsa da, bahsi geçen ceren'di. onun kadar etrafına neşe saçan, herkesin yardımına koşan, doğanın düzenine inat iyi kalpli kalan birinin vücudu kellesinden ayrı şekilde yakıldıktan sonra küllerinin saklandığı urnanın kim-bilir-nerede olması hayli trajikomik bir durumdu. nisan, bağırsaklarını baştan aşağı saran suçluluk duygusuyla birlikte salondan içeri girdi. herhangi bir olumsuz duygunun ilk etkilediği yer, nedense, bağırsakları oluyordu genellikle.

cadı, kendi adıyla elisa, koltuğuna yerleşti ve ellerini dizlerine koydu. şalı bir omzundan dirseklerine kadar kaymıştı, tamamen düşmesi an meselesiydi. liva tekli koltukta korkudan titrerken, nisan ve kaan ötekine kuruldu. arka planda tv açıktı, yerlilerinin bile zor anladığı ingiliz aksanı konuşulan bbc dizilerinden biri oynuyordu. nereden estiği belli olmayan bir rüzgar tül perdeleri dalgalandırırken, sehpanın üzerindeki fanusun içinde iskeletinden ibaret kalmış bir balık tüm kuvvetiyle yüzmeye devam ediyordu. gerilim filmlerini aratmayan bu berbat sahneye nisan'ın karın guruldamaları da eşlik etti.

"benden istediğiniz, basit bir şey değil. hayata getireceğiniz bir ölünün karşılığında endüljansınızı ödemiş olmanız gerekir." konuştuğu sırada gözleri kapalıydı cadının, sonra yavaşça açıldı. ortaya çok mantıklı fikirler atmış gibi bakınarak gözlerini kırpıştırdı. liva bile içinden, "ben bu aklı dinlediği vaazı sorgulamaya yetmeyen kaçıktan mı korkmuşum o kadar?" diyor olmalıydı.

"hadi ya! ibana atsak olmaz mı bari?" kaan, tabii ki alaya aldı. bütün bunlar bir şaka olmalıydı. hatta şaka da olmamalıydı, eğer şakaysa da komik değildi.

cadı elisa, omzundan düşen şalını koltuğa bırakarak ayaklandı ve koltuğun arkasında duran küçük buzdolabını halının ortasına koydu. dolabın kapağını açmasıyla, buz torbasının içindeki kalp gün yüzüne çıktı. nisan kalbi; ağaç kabuğundan yapılma, tarihi eser niteliğinde, üstünde kocaman bir asma kilit olan bir sandıkta sakladıklarını falan hayal ettiğinden, karşısında bayağı bir buzdolabı görmek onu tatmin etmemiş, ilgisini kaçırmıştı. elisa kalbin içinde olduğu poşeti avucuna alıp kaldırdı. bir şeyler söylemek üzereyken çevresini dolanan kedi dikkatini dağıtmıştı. bu, artık az çok tanışık oldukları kara kediydi.

"bu kaltağın ne işi var ya burada?" nisan kediden bahsettiği belli olsun diye bir an olsun gözlerini üzerinden çekmedi. mazallah, cadı üstüne alınsa onun iç organlarını da buzluğa atıp bir sonraki kış yemek için saklayabilir gibiydi. kediyi cadı da tanıyordu sanki, kalbi dolabın üstüne bırakıp onu kucakladı. kedi bir an şaşırsa da, mırlamaya ve kendini sevdirmeye başlaması uzun sürmedi.

"yavrucak, birilerine haber getirmeye gelmiş, bunca yol sizi gözetlemiş!" güzel bir haber verir gibi nisan'a dikti gözlerini, bu cadı gerçekten ya salaktı ya da salağa benziyordu. kaan ağzını açarsa edeceği küfürlerle cadının kıçında birkaç delik açılacağı için susmayı tercih ediyordu ancak onun da bir sınırı vardı; her an kalbi tavana fırlatıp ortamı terk edebilirdi, sabrı bitmeye yakındı. ancak nisan, cadının aslında ne kast ettiğini anlayabiliyordu. çünkü tam bu noktada zihninde bazı bulanık taraflar netleşmiş gibiydi. kara kedi, nisan en son öldüğünde, öteki tarafta onları munise denen cadıya götürmüştü ve döndüklerinden beri ara ara gözüne çarpıyordu. bazı şeylerin gitgide netleşmesi içinde bir takım rahatsız edici kıpırdanmalara neden oldu.

ÖLÜ GÖZLERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin