"Ölürsem ben mezarıma
Gelme gayrı
Gelme leyli leyli..."Boş odalar, sessiz dakikalar ve cevapsız sorular.
Birbiri ardını takip eden düşünceler ve ne yapacağını bilmeden geçen saniyeler.
Karanlık salonu aydınlatan ve ardı arkası kesilmeyen şimşekler...
Annesi gitmişti... Öyle böyle bir gitme de değildi bu. Bu gidişin dönüşü olmayacağını biliyordu genç adam. Düşünüyordu içten içe, geri dönecek biri böyle gitmez, diyordu.
Koca evde yapayalnız kalmıştı. Sessiz ve sallanan ağaç dallarının ay ışığıyla beraber korkunç bir yansıma oluşturduğı duvarlar konuşmak istermişçesine üzerine üzerine geliyor, o ise kaçabilecekmiş gibi daha da çok siniyordu oturduğu duvarın köşesine.
Ne yaptığının kendisi bile farkında değildi. Bir çocuk endamıyla oturduğu duvar kenarında dizlerini kendine doğru çekmiş ve kafasını gömmüştü. Karanlık salonda bile yaralı bir kuş gibi titreyen bedeni belli oluyordu.
Salonun tamamını aydınlatacak kadar güçlü bir ışığın ardından gelen şiddetli gök gürültüsü ile kafasını hızlıca dizlerinden kaldırmıştı genç adam. Gök yarılırmışçasına çıkan sesten sonra nasıl olduysa yalnızlığı ve bulunduğu durum onu daha fazla üzmeye başlamıştı.
Ağlayamıyordu genç adam. Ruhundaki ur ağlamasını engelliyordu. Geçmişi ve geleceği giyotine vurulmuştu. Daha doğmadan yazılmıştı kaderi. Doğduktan sonra da oradan oraya savrulup durmuştu. Kendine ait 'yaşadım' dediği bir anı bile yoktu.
Yaşamı boyunca hor görülmüştü. İsminden çok aptalca lakaplarla çağırmıştı onu babası bildiği adam. Evdeki bu psikolojik şiddetlere sessiz kalan kadını da annesi bilmişti. Bir dediklerini iki etmemiş, bütün hayatını onlara adamıştı.
Lakin anlamıştı ki her şey yalandan ibaretti.
Birkaç gün öncesine kadar hep beraber kahvaltı yaptıkları masaya döndü gözü.
Çok kez ağlayarak kalkmıştı o masadan. Baba bildiği adamsa hiçbir şey olmamış gibi kahvaltısına devam etmişti. Sahi akşam yemekleri kaç kez zehir olmuştu ona? Kaç kez hakaretler eşliğinde yapmıştı kahvaltısını?
Annesi bildiği kadına ne demeliydi peki? Bir gün arkasında durmamış, çoğu zaman karşısında durmuştu.
Öz ailesi de mi ona böyle davranacaktı?
Peki ya Alparslan? O sofradan aç kalkarken sessiz mi kalacaktı?
Peki ya Cihan?
Gözlerini büyük ve karanlık salonda gezdirdi. Annesi gittiğinden beri burada öylece oturuyor, ışıkları dahi açmıyordu. Karanlıktan korkmazdı ama titriyordu işte bedeni.
Saat kaç bilmiyordu. Telefonu nerede bilmiyordu. Uykudan uyanmış gibi gözlerini bulunduğu yerde hızlıca gezdirdi
Yüksek sesli zil sesinin salonda yankılanmasıyla bulunduğu yerde sıçramıştı. Birkaç saniye de olsa gözlerinin önüne gülerek ona bakan insanlar gelmişti. Korkutucu bir şekilde sırıtıyorlardı ve kafaları sağa doğru eğikti. Kapıyı açmak istemiyordu, korkmuştu. Psikolojisi ona nasıl bir oyun oynuyordu hiçbir fikri yoktu. Zihninde beliren bu korkunç görüntü ve çalan zil ile kalp atışları iki katına çıkmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ᴀɴᴇᴄᴅᴏʜᴇ
Teen Fiction[Düzensiz bölüm!] O gün takvimler yalnızca 11 Ocak 2004'ü gösteriyor, saatler ise 05.22'de takılı kalmıştı. O gece yaşanan deprem ise herkesin ocağına ateş düşürmüştü. Ve yıllar sonra her şeyden habersiz olan Berk için hayat olabildiğinden daha da z...