"Bir yıldız intihar etti,
İnsanlar dilek tuttu."İnsanoğlu yüreğindeki acılarla beraber yola devam etmek zorunda kaldığını anladığı zaman tam anlamıyla büyüyordu.
Sana bu acıları yaşatan kişilere sığındığın zaman anlıyordun bazı şeyleri. Her ne kadar inkar da etsen gerçekler elbet bir gün aydınlığa kavuşmaya mahkumdu.
Önce kanatıp, sonrasında sarmaya çalışıyorlardı. Kalbini kör bir bıçakla deşiyorlardı ama yine de sesin soluğun çıkmıyordu. Susturulmuştun, senin yerine başkaları konuşmuştu yıllarca. Ne hissettiğini bile önemsemeyen insanlar karar vermişti geleceğin hakkında. "Derisini değiştirmeyen yılan, kafasını değiştirmeyen insan ölmeye mahkumdur." demiş Nietzsche.
İnsanın yaşamı boyunca takıldığı engeller sürekli olarak kendi yakınından geliyorsa yapılması gereken tek şey o ortamdan uzaklaşmaktır. Tabii ki de bu, normal ve sağlıklı durumlarda geçerli. Sizi incitenden başka sığınacak bir limanınız olmadığında anlıyordunuz aslında neyin ne olduğunu.
Annesinden dayak yiyen bir çocuğun anne diyerek ağlaması gibiydi hayat. Olabileceği kadar riyakar ve bir o kadar da bencil.
Yıllarını başkalarının yönlendirmesiyle yaşamış, kendisi hakkında hiçbir söz sahibi olamamıştı. Hayatını bu şekilde yönlendiren kişiler hayatından çıktığı zaman geriye yalnızca boşluk kalmıştı. Ne yapacağını, ne karar vereceğini hatta ve hatta akşam yemeğinde ne yiyeceğini bile seçemiyordu insan.
Yaşadığı zaman boyunca kalbi yüzlerce kez paramparça edilmemiş gibi kimse onun ne hissedeceğini önemsemiyordu. Bazı şeylerin değişeceğini umarak yaşamaya çalışıyordu ancak çırpındıkça battığına emin olmuştu.
O bir şeyler için ne kadar çabalarsa işler de bir o kadar rayından çıkıyordu. Elinde olmadan bırakıveriyordu her şeyi. İstemeden incitiyordu çevresindekileri. Ağzından istemeden çıkıyordu zehirli sözcükler.
O düzeltmeye çalıştıkça daha çok dağılıyordu. Bırakmak istiyordu. Gerek arkasında gerek yanında. Yalnızca bırakmak istiyordu. Ne olacağını önemsemeden...
-
"Cihan ameliyattan çıkmış. Gözün aydın..." kısa bir sessizlik.
"Çıktı çok şükür. Sen ne yaptın geçtin mi eve?" alaylı bir sırıtış.
"Hmm yaklaşık bir üç saat önce geçtim eve ama merak edip sorduğun için teşekkürler Alparslan abicim." sesindeki alaylı ve mutlu tınının aksine suratında ölümü andıran bir soğukluk vardı. Gözleri bomboş bakıyor, dudakları ise buna inat gülümsüyordu.
"İyisin değil mi sen, bir sorun yok?" muhtemelen abicim hitabına şaşıran bir Alparslan ve kedinin fareyle oynadığı gibi Alparslanla oynayan Berk. İyi miydi? Tabii ki de iyi değildi.
"İyiyim, neden öyle şaşırır şekilde sordun ki?"
"Ne bileyim bir garip geldin. Neyse benim kapatmam gerek Cihan'ı odaya alıyorlarmış. Ararım ben seni, yemeğini ye sonra da uyu."
Dıt dıt dıt...
Bir şey demesine müsaade etmeden yüzüne kapanan telefonu yavaşça kulağından çekti.
"Hah! Çocuğum sanki..." hoşnutsuz bir surat ifadesiyle mutfağa adımladı. Alparslan demeseydi yemek yemek aklına gelmeyecekti sanki.
-
Sessizlik... Sanırım uzun zaman sonra koca evde alışık olmadığı tek şeydi.
Sessizliğin yüksek ve gürültülü sesine kulak kesilmiş, olası bir çıt sesinde evi terk etme planları kuruyordu. Kalbi küt küt atıyor, durduk yere kendini korkutuyordu.
Sessizliğin içinde aniden yankılanam telefon sesiyle yerinden sıçramıştı. Şu an gerçek bir salak gibi tepkiler veriyor olabilirdi ama çoktan korkmuştu bir kere!
Telefonu eline alıp arayana baktı. Alparslan Uslanmaz...
İçindeki küfretme dürtülerine engel olup telefonu yanıtladı."Naptın abicim yedin mi yemeğini?" ufak bir şaşırma.
"Yedim Alparslan yedim. Hatta tam uyuyacaktım ki sen aradın. Gerçekten de yemek yiyip yemediğimi merak ettiğin için mi aradın?"
"Annemler yolda. Yaklaşık beş on dakikaya orada olurlar..."
"Ne?"
Bulunduğu konumu terk etmek istercesine hızlı atan kalbinin sebebi bu sefer korku değildi.
"Sana soramadım, biraz emrivaki gibi oldu. Kusura bakma lütfen olur mu?"
"Alparslan sen ne dediğinin farkında mısın? Evime yönlendirdiğin kişiler hastanede geçmiş olsun dileklerini bırak teşekkür etme zahmetinde bile bulunmadılar. Buna sen de dahilsin!-"
"Biliyorum Berk! Biliyorum... Annem hazır hissetmediğini söyledi. Bak bunları hep beraber konuşmalıyız. Telefonda olacak konuşmalar değil bunlar. Cihan taburcu olsun, hep birlikte konuşacağız..." küçük ve şuh bir kahkaha.
"Konuşalım Alparslan, elbette konuşalım. Ama unutma ki, ben bu gece bu insanları evime alıyorsam; mutlu aile tablosu istediğim için değil. Sizden açıklama beklediğim için. Şimdi izninle kapatıyorum."
Titreyen elleriyle yüzünü kapattı. Birkaç saniye o şekilde durduktan sonra yüksek sesle oflayarak ayağa kalktı. Kalbinin yeniden paramparça edilmesine kesinlikle hazır hissetmiyordu. İncineceğini biliyordu.
Her zaman olduğu gibi o ağlarken başkaları gülecekti. O ölürken başkaları yaşayacaktı.
Deli gibi korkuyordu. Hastanede bir kez gördüğü insanlara bir o kadar yakın, bir o kadar da uzaktı. Örneğin ne diye hitap edecekti Berk onlara? Anne mi baba mı? Abi mi abla mı?
Cevapsız sorular ve sessiz evin içinde yankılanan zil sesi.
Çalan zil onun darağacıydı. Ayağının altındaki tabureyi kararından vazgeçtiği vakit yanlışlıkla kaydırmıştı.
"Yapacak bir şey yok be hocacım!"
&
Geçiş bölümü gibi düşünebilirsiniz. Yeni bölümü yazabilirsem eğer yarın atmaya çalışacağım...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ᴀɴᴇᴄᴅᴏʜᴇ
Teen Fiction[Düzensiz bölüm!] O gün takvimler yalnızca 11 Ocak 2004'ü gösteriyor, saatler ise 05.22'de takılı kalmıştı. O gece yaşanan deprem ise herkesin ocağına ateş düşürmüştü. Ve yıllar sonra her şeyden habersiz olan Berk için hayat olabildiğinden daha da z...