Fedakarlık

93 28 25
                                    

Gözlerimi yeni bir güne açarken evin içine dolan güneşe baktım hayranlıkla. Bugün hava her zamankinden daha güzeldi. Buzdolabına doğru yürüdüm. İçine bakarken acaba ne eksik diye düşündüm, çünkü dolap ağzına kadar doluydu. Düşüncelerle savaşa girmiş beynime bir de bu eziyeti yapamazdım. Kahvaltılık bir şeyler çıkardım. Bir bardak da meyve suyuyla birlikte kendimi bahçeye attım. Petra sandalyelerin minderlerini kaldırmıştı, ben de mindersiz oturdum. Dakikalar içinde getirdiğim her şeyi yiyip içtim. Bazen kendim adına dehşete kapılıyordum. Nasıl bu kadar pis bir mideye sahip olabilirdim ki, sürekli yiyordum ve nerede olursam olayım bu iştahıma engel olmuyordu. Ablalarım haklıydı. Ben bir ucubeydim.

Tepsiyi itip geriye yaslandım. Başımı gökyüzüne kaldırıp huzurla süzülen kuşları izledim. Ben asla onlar kadar özgür olamayacaktım. Ben bir köleydim. Petra'nın kölesi.

Kuşlar kafile halinde uzaklaştı. Ben de tam ayağa kalkmıştım ki duvarın dibinde gübreden devasa boyutlara gelmiş beyaz yelken çiçeklerinin arasında ufak bir kıpırtı oldu. Acaba tavşanlardan biri çitin arasından mı geçmişti? Ayağa kalkıp hâlâ sallanan yapraklara doğru yürüdüm.

Elimi uzattığım an Petra yanı başımda dikildi. Birden sıçradım.

"Affedersin," dedi. "Korkuttum mu?"

Başımı hayır anlamında salladım.

"Ne arıyorsun orada?"

"Hiç," dedim omuz silkip. "Çiçeklere bakacaktım."

Başıyla evi işaret etti. Tepsiyi alıp önden yürüdü. İçeri girdiğimde ikimiz de bir süre konuşamadık. Erken gelmesi beni şaşırtmıştı. "Nereye gittin?" diye sordum.

"Odanda senin için bir şey var," dedi mahcup bir ifadeyle.

"Odamda mı?" diye sordum yine kendimi aptal durumuna düşürerek. Hem şaşkın hem de heyecanlıydım. Koşarak çıktım merdivenleri. Yatağımın üzerine baktığımda bir süre hayal görüp görmediğimi düşündüm. Hayır, hayal değildi? Ayaklarım sürünerek onlara doğru yaklaştım. Çığlık atmak istedim, çatlayana kadar ağlamak. Çünkü yatağın üzerinde babamın oduncu gömleği, annemin kahverengi hırkası, Lelis'in kırmızı benekli elbisesi -ki onu çok sever- Defi'nin mor şalı duruyordu. Ve hepsinin ortasında ancak iri bir gövdenin sahibi olabilecek gri kapüşonlu swit. Marlo'nun okula giderken giydiği switti bu. Dizlerimin üzerine çöküp olduğum yere yığıldım. Elimi ağzıma götürüp hıçkırıklarımı susturmaya çalıştım. Gözlerimden akan yaşa engel olamıyordum. Mutluluktan ağlamak böyle bir şeydi, ama benim mutluluğum esaret altında bir insanınkinden öteye gidemezdi. Sevdiklerimin kıyafetleri gelmişti.

Dizlerimin üzerinde ilerleyip ilk önce Marlo'nun kazağını aldım elime. Kokladım. Tanrım, bir kez daha sarsılarak ağladım. O kokuyordu. Yıkanmamıştı. Sırayla diğerlerini kokladım. Annemin hırkasını, babamın gömleğini, Lelis'in parfümü odayı yıkıp geçirmişti. Defi'nin şalı da ondan geri kalmıyordu. Ne kadar süre ağladım bilmiyorum, ama kendime geldiğimde hepsini kucağıma basmış halının üzerinde cenin pozisyonunda yatıyordum. Petra bu süre boyunca beni hiç rahatsız etmedi. Onun için söylenilebilecek herhangi bir şey düşündüm ama yoktu. Bu nasıl bir fedakârlıktı, nasıl bir gönüllülük? Petra'nın ayaklarına kapanıp af dilesem ya da yüzlerce kez teşekkür etsem neye yarardı? Hiçbir şeye. Yüzüne bakmaya utanıyordum bu durumda. Her ne kadar şu anki hâlimin sorumlusu o olsa da düştüğüm yerden beni kaldırmayı başarmıştı.

Yaşlar yanaklarımda kurudu, suratımı bir kalıba oturtmuş gibiydim. Hazinelerimi birer birer katladım ve yatağımın üzerine dikkatle bıraktım. Banyoda yüzümü yıkayıp aynada bir süre kendime baktım. Petra'nın tasvir ettiği gözler ve neye benzediğini bir türlü anlayamadığım bir yüz. Kimdim ben ve Petra'da nasıl bir etki yaratıyordum? Onu bu denli her şeyden vazgeçirecek kadar sarsan o şey. Gözlerim mi, yüzüm mü, ruhum mu, neyim?

Odama dönüp bir kez daha aynı duygularla boğuştum. Sonunda dayanamayıp üzerimdeki kazağı çıkardım. Marlo'nun switini giyip aynada nasıl durduğuna baktım ve bir an için onu görür gibi oldum. Okul yolunda beklediğim iri ve yakışıklı çocuk. Gözleri dünyanın sekizinci harikasıydı. Gerçi o da benimkiler için aynı şeyi düşünüyordu ama olsun, onunkilerin evren üzerinde bir eşi yoktu, olamazdı da.

Tüm cesaretimi omuzlarıma yükleyip merdivenleri yavaşça indim. Petra beni görünce beynimi dağıtabilirdi ama hayır, bunu neden yapsın ki? Benim için gidip hepsinin kıyafetlerini yürütmüştü. Lelis'in delireceğine emindim. Defi ise çok üzülecekti. Babam gömleğin kaybolduğunu hemen anlamazdı çünkü onu sadece evde tamir işleri yaparken giyiyordu. Annemse anında anlayacaktı. Çünkü iş yerinde hep üzerinde olurdu. Ne düşüneceklerini merak ediyordum. Akıllarına gelecek ilk seçenek ben olacaktım ama nasıl diyeceklerdi. Bu nasıl olur? Bir türlü işin içinden çıkamayacaklardı.

Salona geldiğimde Petra mutfak tezgâhında oturuyordu. Önünde kahve vardı, yeni yapmış olmalıydı, dumanı tütüyordu. Ben ağzımı açmadan "yakışmış," dedi. Teşekkür etmek istedim ama yapamadım. Farklı koşullarda olsaydık onun boynuna atlar, onu öpücük yağmuruna tutardım ama Petra mesafeyi korumak adına güçlü bir savaş veriyordu. Ben de bu savaştan memnundum. Karşısına oturup yüzüne bakmakla yetindim.

"Sen gidince şarteli indirmedim. Dışarı çıkıp gezdim. Hatta nehre kadar gittim."

"İyi yapmışsın," dedi. Bakışları kahvesinin üzerindeydi. Gömleğinin kolunu iki kez kıvırmıştı yine. İri kemikli ellerinin üzeri damarlarla kaplıydı. Bu damarlar kollarından yukarı doğru kıvrılarak çıkıyordu ama ben sadece açıkta kalan kısmı görebiliyordum. Onu bir kez olsun üstsüz ya da çıplak ayakla dolaşırken görmemiştim. Her zaman bakımlıydı, her zaman dikkatli. Giyimi, konuşması, davranışları. Tam bir beyefendiydi. Petra ölçünün efendisiydi. Terazisi o kadar dengeliydi ki bir anlık bir şaşmaya bile mahal vermezdi. Bir kez daha utandım kendimden. Yaptığım saygısızlık ve şımarıklıklar diz boyuydu ve bir o kadar da pişkindim. Onu duyuyordum, görüyordum, anlıyordum güya ama hayır, Petra adına bildiğim hiçbir halt yoktu. Ben sadece benim istediklerime önem veriyordum. O nelerden mutlu olur, neleri sever, nelerden hoşlanmaz, nelere kızar... Liste çok uzundu. Binlerce günlük okusam Petra'yı yine de tanıyamazdım. Bunun için yüreğimi bütün saflığıyla açmam gerekiyordu. Hiçbir art niyet olmadan. Tıpkı onun yaptığı gibi.

Kazağın kollarını çekiştirip ellerimi içine gizledim. Hâlâ sessizdi.

"Ben... Şey..."

Tıkanmak bu olmalıydı. Konuşamıyordum.

"Bir şey söylemek zorunda değilsin Fegel."

"Ama kendimi buna mecbur hissediyorum."

"O zaman benim için bir şey yap."

Bir an için duraksadım. İsteği ne olabilirdi ki? Gözleri uzun bir aradan sonra gözlerimi buldu.

"Kendini kötü hissettiğin an bana söyle ve ben de bunu düzeltmenin bir yolunu bulayım, olur mu?"

Cümleler anlamını yitirmiş, bakışlarım Petra'nın gözlerinde kilitlenip kalmıştı. Kendimi yüzlerce insan öldürmüş bir katil gibi hissettim. Acımasız, aşağılık bir cani gibi. Yer yarılıp da içine girsem bunu hak etmiş sayılırdım. Petra'nın bana duyduğu tertemiz sevgi bir tokat gibi inmişti suratıma. Canım ne için yansa bilemedim. Ailem bir tarafta, Marlo bir tarafta ve Petra bir tarafta. Üç kefesi olan bir terazi boşlukta sallanıyordu şimdi. İşin tuhaf yanıysa ağır gelen Petra'ydı. Her şeye rağmen Petra. Marlo'ya duyduğum güçlü aşka rağmen Petra.

Gülümsemeye çalışarak salladım başımı. "Tabii ki," dedim. "Söylerim."

PARANOYAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin