9

115 11 27
                                    

Minho dizlerinin üzerinde çaresizce otururken Rose ve Lisa'nın geldiğini bile duymamıştı. "Minho! Minho iyi misin!?" Dedikten sonra onun avucundaki kanamayı durdurmaya çalışıyorlardı.

Minho öylece tepkisiz dururken "gitti." Dedi. Rose ona kaşlarını çatmış bakarken "Ne?" Dedi. "Chan, gitti." Rose yapma dermiş gibi baktıktan sonra Minho'yu eve taşıdılar. Minho öylece durmaya devam ederken Minho'nun avucuna pansuman yapıp, bandaj ile sarmışlardı.

"Minho anlat bize, yardım edelim." Minho yutkunup yumruğunu sıktı. "Ben ne diyeceğimi bilemedim ona. O kadar sinirli gözüküyordu ki, o an onu kaybedeceğim diye çok korktum. Kaybettim de." Gözlerini sımsıkı kapattığında gözlerinden yaşlar süzülmüştü. "Beni seviyormuş, benimde Lisa'yı sevdiğimi sanıyormuş. Onu durdurabilecek cesaretim vardı ama ağzımdan kelimeler çıkmadı, konuşamadım. Diyemedim seni seviyorum diye, yapamadım." Kesilen nefesleri arasında dudaklarını birbirine bastırdı. "Her şey benim suçum, ben onu kaybettim. Sonsuza kadar."

Lisa şaşkınlıkla Minho'ya bakarken "İyi de neden senin beni sevdiğini düşündü ki? Fazla yakın mı davrandık ki? Özür dilerim eğer benim Bi suçum varsa." Rose hemen araya girip "kimsenin bir suçu yok tamam mı? Birbirinizi suçlayarak hiçbir yere varamayız. Chan belki bir şey gördü ve bu gördüğü şey ise yanlış gördüğü bir şeydi. Öylece çekip gitmesini anlamasam da, Minho. Seni sevdiği için, belki de o gördüğü her ne ise onun kalbini kırdı. Sadece uzaklaşmak istedi bu yüzden. Chan kafa dağıtmak için ava çıkan biri belki sadece.." "saraya gideceğini söyledi." Rose bu defa şaşkına dönmüştü.

"Ne? Saraya mı dönüyor!?" Demişti. Minho başını aşağı yukarı salladı sessizce. Rose küfür mırıldanıp ayağa kalktı. "Lisa Minho'yla ilgilen tamam mı?" Lisa ayağa kalkıp "Ne, nereye?" "Chan'la konuşmaya gideceğim." Diyerek gitti.

Ve işte tekrardan sarayın önündeydi, uzun bir süre sonra ilk kez. İçeri girdiğinde kimse ona bir laf bile etmemişti. Babasının her zamanki çalışma odasına girdiğinde, babası şaşırmış ve bir o kadarda mutlu olmuş şekilde oturduğu yerden kalkmış, Chan'a sarılmıştı. "Oğlum, geri döndün!" Chan gülümsemiş ona geri sarılmıştı.

"Asla dönmeyeceksin sanmıştım." Chan'ın omuzlarından tutup geri çekildiğinde "Chan bir daha gitme, senin için bir prens bulduk ve onla evlenmene izin vereceğim."  Chan kaşlarını çatmış ona bakarken "annenle çok düşündük, kaçtığın her gün düşündük. Bu yüzden sen nasılsan, seni öyle kabul edeceğiz, söz." Chan ne diyeceğini bilememişti. Onu kabul etmeleri güzeldi ama onun kalbi başka bir prensi istiyor muydu ki?

"Kim peki o prens?" Diye sorduğunda babası düşünür gibi gözlerini kısıp "unuttum bekle" diyerek masasına gitti. "B12 işte, kafamı allak bullak ediyor." Chan gülmüş masanın önündeki sandalyeye oturmuştu. "Heh işte, ax kraliyetinden, prens Jungwon" Chan sorgularca "prens Jungwon? Onu hiç görmedim sanırım" demişti. Babası gülerek "o da seninle aynı sebepten ötürü kaçıyormuş, o döndü ama senin döneceğini beklemiyorduk. Geri döndüğüne göre onunla evlenebilirsin?" Chan gözlerini kırpıştırıp yere baktı. "Ben, emin değilim."

Babası anlamazca bakarken "Bana biraz zaman verebilir misin?" demişti Chan. Babası "Tabii ki acelesi yok istediğini yapabilirsin" Chan ayağa kalkıp "odadayım o halde." Diyerek odasına gitti. Normalde olsa bu fırsatı asla kaçırmak istemezdi. Ama kalbi Minho'yu isterken, o başkasını sevebilir miydi ki? Bu gerçek aşk olur muydu?

Odasına gittiğinde kılıcını yere attı, kılıcı kılıfından çıkarak yere düştüğünde, kılıçta ki kanlara baktı. Kaşlarını çatıp kılıcı eline aldı. "Kan mı? Bu kimin..." dedi ve sustu. O sahne Chan'ın gözü önüne geldiğinde, gözlerini kılıçtan çekti. O Minho'ya zarar mı vermişti? Neden? Neden, böyle yapmıştı? Kılıcı kılıfına geri takıp yatağının altına koydu. Bunları düşünmemeliydi, o artık yoktu.

Duşa girip, giyindikten sonra yatağına oturdu. Her şey bitmişti sanırım hayatında. Derin bir nefes verip yatağının altındaki kılıcı aldı. "Ona nasıl zarar verebildim?" Dedi sessizce. Kılıcı yatağına koyup yay ve oklarını alarak arka bahçeye çıktı.

Bahçede kafa dağıtmak için ağaçları vuruyordu, defalarca, saatlerce, aklından çıkana kadar yapacaktı. "Chan" Chan oku tam ağaca atacakken arkasından gelen ses ile oraya döndü. "Anne?" Annesi güler yüzle ona koşup sarıldığına karşılık vermişti. "Güzel yavrum, hiç dönmeyeceksin sanmıştım." Chan gülümseyip "döndüm ama bunları düşünme." Dediğinde annesi "bir daha kaçıp gitme, olur mu?" Chan onu onayladığında "Aç mısın, bir şeyler hazırlatayım mı?" Diye sordu.

"Olabilir, sanırım açım" dediğinde annesi gülümseyerek "Tamam o zaman çok geç olmadan eve gel, tamam mı? soğuyor havalar" Chan onayladığında annesi gitmişti. Chan derin bir nefes alıp verdiğinde, okunu tekrar ağaca doğru fırlattı. Ailesinin ona iyi davranması için kaçıp gitmesi gerekiyormuş demek ki.

Haftalar geçmişti ama Rose hiç bir şekilde Chan'a ulaşamamıştı. Minho ise hâlâ kendine gelememişti, onu terk edişini kendine yediremiyordu. "Minho bugün son kez gideceğim saraya, yemin ederim elimden geleni yaptım ama bulamadım ben onu." Minho başını iki yana salladı. "Gitme Rose, gerçekten. Dönmek isteseydi, dönerdi." Demiş hala avucunun içinde geçmeyen yaraya baktı. 'Onun dediği gibi, vücudum zayıf.' Diyip yumruklarını sıktı.

"Pekala... o zaman ben, Lisa'nın yanına gidiyorum. Tamam mı?" "Tamam, iyi eğlenceler." Dediğinde Rose gitmişti. Rose bulamamamış olsa da, Minho'da bulamayacak diye bir şey yoktu değil mi? Minho oturduğu yerden kalkıp yayını ve oklarını alarak evden çıktı. Son kez, son kez bile olsa onu görmek istiyordu. Korksa da, onun için değerdi. Zorlanacak bile olsa, yapacaktı.

Oturup hiçbir şey yapmamaktan iyiydi. Daha önce yürüyerek hiçbir saraya gitmemişti, nasıl bulacaktı bilmiyordu. Minho yürüdü, yol onu nereye götürürse yürüdü. Başına bir şey gelse onu kurtaracak kimse olmadığını bile bile yürümeye devam etti, belki ölümüne giden bir yoldu ama yine de yürüdü.

Garip bağırışma, sevinç çığlıkları gelen yere doğru yürümeye başladı. Ağaçların arasından kalabalığa baktı. Takım elbiseli siyah saçlı bir çocuk ve onun yanında ise... Chan? Minho kaşlarını çatıp onlara bakmaya devam ederken bunun bir evlilik töreni olduğunu fark etti.

Kalbine resmen ok saplanmıştı. Bu ok aşk oku olması gerekirken, bu ok zehir okuydu. Hiçbir şey bu kadar acıtmamıştı canını. İlk kez aşık olduğu çocuk gözleri önünde başka bir çocukla evleniyordu. Başından beri onu mu seviyordu? Minho kimdi ki? Onu bu zamana kadar seven biri bile olmamıştı. Ne haddineydi onun aşk, ne işi vardı aşkla?

Chan eğildi, bir yüzük çıkardı. "Sen prenses olacaksın ve ben de prensin olacağım. Bebeğim, sadece "Evet" de"
Minho kendi kalbini tutarak dizlerinin üzerine çöktü.

İçinden 'Chan, beni kurtar. Bu aşk zorlu, ama gerçek eminim. Korkma, biz bu karmaşıklığın içinden çıkacağız.' Demişti. Gözyaşları isteksizce akmaya başlarken sessizlik çökmüştü. Avazı çıkana kadar ağlayabilirdi burada, şu an.

Seslice ağlamaya başlamıştı, kendisi bile duyamıyordu sesini. Ayağa kalkarak koşmaya başladı, göremezdi daha fazla bu manzarayı. Kalbi paramparça olmuştu, aşık olmanın bu kadar acı vereceğini düşünmemişti.

Koşuyordu, nereye gideceğini bilmeden koşuyordu. Göremiyordu hiçbir şeyi, sanki etrafa sis çökmüştü. Kaybolmuştu ormanın ortasında, yolunu bilmiyordu. Onu biri tutuyordu, ama hissedemiyordu onu. "MİNHO!"
Kimdi bu? Neden buradaydı? O sis gözü önünden kalkmıştı.

Kendi sarayının biraz uzağındaydı, buraya nasıl gelmişti. "Minho ne yapıyorsun sen!?" Diyerek onu uzaklaştırmaya çalışıyordu. Minho onu takip ediyordu, onu göremiyordu. "Kimsin sen?"

Save Me / MinchanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin