Hafızamız bize Tanrı tarafından verilen bir hediye miydi? Peki biz bu hediyeyi kaybedince n'oluyordu? Tanrı'yı da mı kaybediyorduk? Hayatımda her zaman somut şeylere güvenmiş somut şeyler istemiştim. Onları elde etmiştim. Oysaki büyük bir yanılgı içindeymişim. Olan her şeyi kafama yazmışım. Soyutlaştırmışım. Ve sonra. Hepsi hatırlamadığım bir şekilde kafamdan uçup gitmişti. Bunların hepsi kısacık bir anda olmuştu. Şimdi ise hepsini geri kazanmak için bir fırsat yakalamıştım. Uzun bir süredir aradığım soruların cevabını bulmuştum. Kabullenemediğim, bir türlü adapte olamadığım, sürekli hatalar yaptığım bu yer benim olmam gereken yer değilmiş. Gittiğim onca terapi, değiştirdiğim birçok iş, yazmaktan vazgeçtiğim bu nokta aslında olmam gereken yerden çok uzakta içinde çürüdüğüm bir hapishaneymiş. Yalanların içinde boğulmuşum, yalanlara teslim olmuşum. Onun ruhumu ezmesine izin vermişim.
"Amerika'ya geri dönmek istiyorum" sözcükler ağzımdan pat diye çıkıvermişti, kendiliğinden ve hiç düşünmeden. Düşünülecek bir şey yoktu ben Tanrıya çoktan küsmüştüm. Küsmekte haklıydım. Onu çoktan kaybetmiştim. Antoni suratıma bön bön bakıyordu. Her şeyi yapacağını söylemişti ama bunu isteyebileceğimi hiç düşünmemişti.
"O nerden çıktı şimdi?"
"Ne istersem yapacağını söylemiştin işte. Bende söyledim. Geri dönmek istiyorum. Biliyorum tüm işin burada ancak benim burada yapabileceğim hiçbir iş yok."
"Benimle beraber çalışabilirsin. Yeni açılan butiğin başına geçersin."
" Ben elbise seçip satmak istemiyorum. Ben yazmak istiyorum. Kendim olmak ve nefes almak istiyorum. Haftada bir kere Juliette ile görüşüp Quai de Jemmapes'te dolaşmak değil veya Rue Montorgueil'de dolanmak, Rue de Rosiers'e gider Goldenberg'de bir şeyler içmek değil. Yazmak ve anlaşılmak istiyorum. Ne yazık ki bu Fransızlar beni anlamıyorlar"
"Peki neden Amerika? Başka bir yer olmaz mı?"
"Neden bu kadar isteksizsin ki? Hem Califorina'lı bir arkadaşım vardı üniversiteden onunla konuşursam belki bana uygun bir iş bulur. Senaryo yazımı, editörlük fark etmez. Şansım varken neden demeyeyim" California'da arkadaşım olduğu gerçeği yalandı. Belki de değildi gerçekten de orda arkadaşlarım vardı. Ben hatırlamıyordum. En önemlisi ailemi hatırlamıyordum. James'i, Taylor'ı, Daniel'ı, annemi, babamı. Şuan onlara ulaşmanın en iyi fırsatını yakalamıştım. Kimseyi üzmeden sorun çıkarmadan buradan kalkıp gitmek için daha ne yapmalıydım?
"Bunun için bir süre düşünmeliyim. Hiç değilse işleri toparlayana kadar bekleyebiliriz. Olur değil mi?" başımı sakince aşağı yukarı salladım. Bu da kabul edilebilir bir şeydi. Hayır dememişti sonuçta.
Kasım 2005
Ruhumuzun derinliklerinde neler yaşadığımızı kimse tam olarak bilmiyor bizde bilmiyoruz. Ruhlarımız bedenlerimize yabancı, çevremizdeki insanlara yabancı. Ama o farklı, James farklı. O benim ruhumu tanıyor, ötesini görebiliyor. Görmekle kalmıyor hissediyor da bunu biliyorum çünkü bende onun ruhunu tanıyorum. Biz birbirimiz için yaratılmışsız. Bunu keşke babamda görebilseydi belki o zaman beni anlar ve onla beraber olmama sesini çıkarmazdı. Ama o bunları göremeyecek kadar kör ve acımasız. Bu yüzden evden kaçtım. Soluğu James'in yanında aldım çünkü ait olduğum yer burası. Onun yanı.
Üniversiteye burada James'in yanında devam edeceğim. Tüm işlemleri ayarladım bir daha Monterey kasabasına dönmeyeceğim. Kansas'ta kalacağım. İleride belki ünlü bir yazar veya senarist olduktan sonra ve eğer babamı affedersem o zaman dönmeyi düşünebilirim. Bunlar değişebilen gerçekler ancak değişmeyen tek gerçek şuanda olduğum yer. Evim diyebileceğim yerde olmam. James hala uyuyor, gece kapısını çaldığımda şok geçirdi ama olanları dinledikten sonra bana hak verdi.
Defteri kapatıp elimle şakaklarımı sıvazladım. Bugünlük bu kadar yeterdi daha fazla okuyamayacaktım. Kalbim daha fazlasına el vermiyordu. Kâğıdı katlayıp kitabın arasına sıkıştırdım.
"Uyudun sandım" Antonie'nin sesiyle başımı kitabın kapağından kaldırıp kapıya doğru baktım.
"Kitap okuyordum"
"Ne okuyorsun?" dedi yatağa doğru yürürken.
"Sana Gül Bahçesi Vadetmedim" dizlerimi biraz daha kendime geçip yorganla kitabın içinden çıkan kâğıdın ucunu saklamaya çalıştım.
"Gözlerin dolu dolu okuduğuna göre bayağı sevmişsin" gülümsemesine gülümseyerek karşılık verdim. Günlüğümde yazana göre bu kitabı lise sonda okumuştum ve hiç sevmemiştim. O zaman olanları tekrar hatırlayabilmem ve eski benime dair ufacık da olsa bir kırıntı bulmak adına alıp tekrar okumak istemiştim.
"Sadece on altı yaşında bir kızın yaşadıkları bir an için fazla geldi" otuz yaşına yeni girmiş bana olanlar gibi. O zamanlar neden bu kitabı sevmediğimi birazda olsa anlamıştım. Ben de Deborah ile aynı yaşlardaydım ve o yaşlarda delirmek insana korkutucu gelebiliyordu. Çünkü o yaşlar için delilik aklını kaybetmek kadar kötü ve korkunç bir şeyin yanı sıra yok olmak da demekti. Silikleşmek. İstenmemek. Dışlanmak. Şimdi ise Deborah'tan farkım yoktu.
Kendime ait yarattığım bambaşka bir dünyanın içinde gerçek dünyaya dönmeyi reddediyordum. Kimliğim bulmam için verdiğim savaşı kaybederim korkusuyla yaşıyordum. İyi sandığım insanların iğrenç yüzlerini görmekten korkuyordum. Antonie sandığımın aksine bambaşka biri olabilirdi, Juliet aslında beni tedavi etmek yerine daha çok dibe çekebilirdi, Paris sanıldığının aksine cennet olmayabilirdi. Belki de aşıklar şehrinde değil de cehennemin içinde yaşıyordum. Bunları görmeye hazır olamamaktan korkuyordum. Deborah'ta korkuyor. Yr'den atılmaktan gerçek dünyaya dönüp ailesinin yanına dönmekten. Korkularımız temelinde aynıydı ama ben ondan bir adım öndeydim. Bu onun kaderiydi benimde değişmezsem eğer kaderim olmak üzereydi. Ve bu şuan hiç de iyiye ilerlemiyordu.
"Ne yaşamış ki?"
"Gerçeklerden kaçmak için oluşturduğu dünyaya sığınmış. Hayal dünyasında o kadar uzun süre kalmış ki kendini kaybetmiş. Yok olurken kimse onu görmemiş. Hastanedeki doktor görmeye başladı ama geç kaldı mı yoksa yetişti mi bilmiyorum. Daha o sayfaya gelmedim."
"Umalım da geç kalmış olmasın" alnımdan öperken gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
"Umarım kalmaz" bunu doktor için değil kendim için söylemiştim. Umarım geç kalmamışımdır.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Deux ex machina
ChickLit"Şuan Quai de Jemmapes'te seninle tanıştığımız bankta oturmuş beni bekliyorsun bunu hissediyorum daha doğrusu önceden gördüm de denilebilir ama sen böyle şeylere inanmıyorsun mantıksal ve somut şeylere inanıyorsun ne yazık oysaki uzun zaman önce eli...