4. Siyah Beyaz Döngüler

34 6 1
                                    

İçinde bulunduğum bu kargaşalara neyin sebep olduğu muallaktı. Peki ya ben kafayı yiyorsam? Yüzüğün bunlarla bir alakası yoksa? Zaman o anlığına duruyor ve beni bir kara delik gibi içine çekiyordu. Bu da yetmezmiş gibi kendimi bir belanın içinde sıkışmış gibi hissediyordum. Bir lanetin beni içten içe esir aldığını da düşünmeden edemiyordum. Olduğum yerde, hareketsiz dururken annemin beni dürtmesiyle kendime gelebilmiştim. Tüm bunların yanında bir sonraki durağımın olup olmayacağını düşünüyordum. Ve o durağın neresi olacağını. Her şey delice gelse de ben o adamın bana çarptığında oluşturduğu o hissi unutamazdım. Rüzgârın önderliğinde özgürce savrulan gazeteyi, havanın ayazlığını, yutkunduğumda boğazımda oluşan yumruyu, dizimin sızısını ve o adamların verdiği korkuyu... bunların hiçbirini unutamazdım.

Annemin beni kendime getirmesiyle içinden çıktığım döngüyü bir kenara bırakıp hiçbir şey yokmuş gibi davranmıştım. Bunu yapmak zorundaydım. Elimi sıkıntıyla boynuma götürdüğümde aynı zamanda da konuşmak için endişeyle harmanlanıp kurumuş dudaklarımı araladım.

"Ne oldu aldınız mı baharatları?"

Annem ve Esila bana bakıyor, bir cevap istiyorlardı sanki. Dayanamayıp konuşan, annem olmuştu. Sağ elinde tuttuğu birkaç poşeti Esila'nın eline tutuşturduğunda söyleniyordu.

"Sen iyi misin? Seni arıyoruz kaç saattir." Tabii burada bir mübalağa vardı. Alt tarafı üç beş dakika geçivermişti. Çantamdan çıkardığım telefonuma bakarken aynı zamanda anneme alaycı bakışlar atıp konuşuyordum. "Ne saati anne birkaç dakika ol..." Saate baktığımda gerçekten şaşırmış ve bu mimiklerime de yansımıştı. Çünkü annem haklıydı. Bir saat olmuştu ben ortadan kaybolalı. Ama bu mümkün değildi. Olamazdı da. Soru işaretlerimi bir kenara bırakıp aklıma ilk gelen bahaneyi sunmuştum.

"Tezgahlara dalmışım. Neyse alacaklarınızı aldıysanız gidelim. Benim biraz başım ağrıyor. Dinlensem iyi olur."

Annem elini alnıma götürüp kalite kontrol yapıyordu. Elini birkaç saniye beklettikten sonra geri çekti ve "ateşin de yok" dedi. Devam etti. "Eve gidelim uyu biraz yorgunluktandır."

Kapalı çarşıda, geldiğimiz yere doğru ilerlerken kalabalığın artmış olduğunu gördüm. Baş ağrım yalan değildi. Yaşadıklarım beni oldukça yormuş ve zihnimi uyuşturmuştu.

Yürüdükçe insanlara bakıyor ve bu modernliğin zamanında ne kadar mütevazı bir boyutta, samimiyete oldukça yakın olduğunu anımsıyordum. O kısacık an da gördüğüm şeyler yıllarca benliğimde hüküm sürecekti. İnsanların saygısını kaybettiği bu dönemde, geçmişe gidip her şeyin ne kadar yaşanılabilir olduğunu görmek bir yandan da hoşuma gitmişti. Sıcacık bir his bırakmıştı bende. Her şeyden önce sadelik vardı. Aşklar temiz ve saftı. Aile kavramı öncelikteydi. Annem tarihçi olduğu için Osmanlı hakkında da bilgim vardı elbette. Ama görmek bunun bambaşka bir haliydi. O zamanın hükümdarının kim olduğunu merak ediyordum. Belki Yavuz Sultan Selim belki de Kanuni Sultan Süleyman'dı... belki de başka birisi. Kesinlikle görmek isterdim.

Gördüğüm şeylerin gerçekliğine inandırıyordum kendimi ama bunu yapmamalıydım. Buna inanmaktan vazgeçmeliydim. Çünkü hiçbiri gerçek değildi. Bu derin kuyuya bir daha taş atmayacaktım. Başında bekleyip derinliklerine dalmayacaktım. Evet tamamen görmezlikten gelecektim!

Arabaya bindiğimizde arka koltuktaki poşetlere kısa bir bakış atıp fısıldadım. "Neler aldınız böyle?" Esila, sıralamaya başladığında ben de arabayı çalıştırmıştım. "Nişan tepsisi, damat beyimiz için kahve fincanı, ıvır zıvır işte." Ben bu gelgitlerim yüzünden kıyafette alamamıştım. Sıkıntıyla iç geçirip homurdandım. Dirseğimi cam kenarına yaslamış, elimi de başıma destek olarak kullanmıştım. Diğer elim ise direksiyondaydı. Açılan camdan içeri süzen ılık hava saç tellerimi baştan çıkarıyordu.

MÂSİVÂHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin