12| iki gerçek bir yalan

235 40 36
                                    

Mental olarak hepimizin güç harcadığı o vize döneminden sonra nihayet planladığımız gibi tatilimizi yapmaya gelmiştik. Havalar buz soğuğundan farksızdı şu sıralar, montlarımız bile bazen yeterli gelmiyor, soğuk hava içimize işliyordu.

Biz de bu soğuk havanın ortasında kalmış yedi erkek olarak Incheon'da Chenle'nun bahsettiği eve ulaşmaya çalışıyoruz. Neyseki Incheon, Seul'den daha ılıktı. Yoksa gerçekten denizin sebep olduğu rüzgarlar bizi tir tir titretirdi.

Mark ve Chenle en önde nagivasyonla evi bulmaya çalışırken Jisung Donghyuck'u tutuyor ve yürümesine yardım ediyordu. Şükürler olsun ki Donghyuck'un alçısı çıkmıştı sonunda. Beşinci haftası dolmuştu ve doktor nihayet çıkarabileceklerini söylemişti. Yine de şu anlık bacağını kullanamıyordu hâlâ. İki gün önce fizik tedavisinin birinci günüydü ve Donghyuck grupta ne kadar acıdığını çığlık atarak ve ağlayarak anlatmıştı. Ses kaydını kulaklıkla dinlemek kulaklarıma kalıcı hasar bırakayazmıştı hatta.

Renjun de bizimle birlikte yürüyordu, sömestir tatilinde Çin'e gitmeyi düşündüğünden falan bahsediyordu. Hatta grupça gitmemiz konusunda bir süre hevesli hevesli fikirlerde bulunsa da en azından Jeno ve ben bu fikre pek sıcak bakmadık. Soğuk kış günlerinde Çin gibi geniş ve yoğun ülkelerde gezmek akıl kârı olmaz gibi görünüyordu. Bu yüzden Kore'de kalıp karlı günleri sıcak evlerde buluşarak geçirmemiz gerektiğini savundum.

Renjun, sosyal kelebekti. Sevimli suratının aksine agresif tavırlarıyla fakültesinde tanınırdı ve çok sevilirdi. O, çoğu insanı sevmese de kimseye saygısızlık yapmaz, onunla konuşanla konuşurdu. Davet edildiği partileri gitmeyi, öğlen yemeklerinde bizden başka insanlarla oturmayı, her gün göz alıcı kombinler yapıp onu görenlerden iltifat almayı ve böylelikle sohbet etmeyi severdi. Çoğu zaman uyumsuz ve yargılayıcı davransa da onun karakteri böyle seviliyordu.

"Çok yoruldum, neden taksi falan çağırmadık ki?" diyerek hayıflandı Donghyuck.

"Az kaldı." cevaplayan Chenle idi.

"Biriniz beni sırtına alsın, yalvarırım."

Eh, sızlanmakta haklıydı. Bir bacağını hâlâ tam anlamıyla kullanamadığından tek bacağı üstünde zıplayarak adım atıyordu ve muhtemelen bacak kasları alev almak üzereydi.

"Gel, ben alırım." dedim hiç düşünmeden.

Bana kalp çıkan gözleriyle baktı ve ben onun yanına ulaşana kadar Jisung'tan destek almaya devam etti. Binbir zorlukla sırtıma atladığında da birkaç kere zıplatıp rahat bir şekilde tutmuştum.

"Buraya bir baksanıza." diye önden seslendi Chenle. Mark ve ikisi de durup son derece odakla telefona bakıyorlardı.

"Ne oldu?" dedi Renjun.

"Sen Çinlisin, bize Koreli lazım." Mark'ın cümlesinden sonra gülmeden edemedim. "Adresi anlamaya Korecemiz yetmedi."

Jeno yanımızdan ayrılıp ikilinin yanına gitti ve mesafeden dolayı duyamadığım şeyler söyledi. Onlar bir süre konumu bulmakla uğraşırken Renjun Chenle'ya iz bilmeyişi hakkında epey kızdı. Temelde haklıydı da, sonuçta yıllarca tatile geldikleri evin konumunu bir türlü öğrenememişti.

"Jeno ile nasıl gidiyor?" diye bir ses duydum arkamdan.

Kafamı hafifçe çevirip Donghyuck'a baktım ve omuzlarımı silktim.

"Nasıl gitmesi gerekiyor?"

"Bilmem. Birbirinizi yiyen sizsiniz, sen bileceksin."

Anında boğazımı temizleyip yutkundum, hâlâ bu gerçeği sindirememiştim.

bet you wanna | nominHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin