"Acı Öylesine Yıkıcıdır Ki; Kendisinden Geriye Sadece Enkazını Bırakır"

261 39 2
                                    

2015 – İstanbul

Bizi getirdiği tepelik yerde, yarım saattir hiç konuşmadan arabanın içinde bekliyorduk. Bizi buraya O getirdiğine göre konuşmaya da O'nun başlaması gerekliydi. Arabanın içinde bunalınca inip, kaputa sırtım gelecek şekilde yere oturmuştum. Benim arkamdan kapı kapanma sesi gelince Elzem'in de indiğini anlamıştım. Ama yanıma gelmek yerine gidip uçurumun kıyısına oturmayı tercih etmişti. Zaten arabayı da neredeyse uçurumun kenarında bıraktığı için fazla uzak değildik. Konuşmaya pek hevesli gözükmüyordu ve daha fazla burada zaman öldürmeye devam edersek derse geç kalacaktım. Daha ikinci günden dersleri asmak istemediğim için ilk söze ben başlamıştım.

"Dinliyorum."

Konuşmuştum ama o duymamış gibi uçurumdan aşağıya bakmaya devam ediyordu. Sessiz bir yerde olduğumuz için duymamasına imkan yoktu.

"Burası şahane bir yer, çok düşüncelisin gerçekten ama manzara seyretmek için doğru bir gün olduğunu sanmıyorum." diye iğneleyerek sözlerime devam ettiğimde bile cevap vermemişti.

"Eğer kendini aşağıya atıp, suçu da benim üstüme atmak gibi bir planın var-"

"Kimsin sen?" Transtan çıkmış gibi sözümü kesip söylediği cümleye odaklanmıştım.

Harika! Yine mi başa sarmıştık?

"Yaşadığımız bu dejavu niye Bay Ukala? Yoksa sen balık hafızalı falan mısın?" diye alayla söylenmiştim.

"İçindekini soruyorum." Bu konuşma benim için zor bir yere gidiyordu ve bu adam beni sıkıştırmaktan hiç çekinmiyordu! Konuşmayacağımı anlaması için "Hamile olduğumu sanmıyorum." demiştim. Ama söylediğimi umursamamıştı.

"Sana, kimsin sen dedim." Sesi düşünceli ama aynı zamanda da ısrarcıydı.

Hayatımı, beynimin içinde düşünmekte bile zorlanırken dillendirmek...

Zordu. Çok zor...

Acı benim evim gibiydi. Üzerine onlarca kitap yazabilir, yüzlerce kelime ile hissettiklerimi anlatabilir, hakkında binlerce cümle kurabilirdim. Ama yine de hiç biri çektiğim acıları tarif etmeme yetmezdi. 

Acı öyle sinsi bir şeydi ki; insanı Azrail'e uykusunda yakalanması gibi köşeye sıkıştırırdı. Acı öyle yoğundu ki; bacağı kırılan bir atın ölecek olmasını bilmek kadar gerçekçiydi ve acı öylesine yıkıcıydı ki; fırtına kopan bir şehirde rüzgar her şeyi savurduğu zaman ardında bıraktığı enkaz gibi çökerdi insanın yüreğine. Taa en derinine... 

Benim hayatım bunlardan ibaretti. Hangi kelimenin ucundan tutup da toparlayıp ona anlatabilirdim ki?

Fazla susmuş olmalıyım ki içimdeki kavgadan habersiz sormuştu Elzem.

"Sessizsin. Anlatmaktan korktuğun için mi?"

"Hayır. Sessizliği haykıramadığım için."

Oyun oynuyorduk sanki. Bir O susuyordu, bir Ben. Akrep ve yelkovan benim için ileri değil geriye doğru akıyordu o an.

Peki korkuyor muydum?

Yanıtlamaktan kaçındığım bu sorunun cevabı baştan belliydi. Beynimin içinde bir yerlere hapsolmuş geçmişin sisi dağılırsa, masum Nefes'in saklandığı mabedinde kirlenmesinden korkuyordum. Hem de çok...

Elzem gözlerime baktığında üzerime bulaşan kanı görüyor muydu? Belki de bu yüzden burasını seçmişti. Kendimle yüzleşebilmem için...

Deniz sanki hıncını alırcasına kayalıkları dövüyordu. Ama boşa bir uğraştı. Vurduğu her dalga daha güçlü bir şekilde kendisine dönüyordu çünkü... Tıpkı kurtulmak istediğimiz anıları zihnimizden atmaya çabalarken hayatın; 'Bunlar senin gerçeklerin. Asla kurtulamazsın!' dercesine yüzümüze vurması gibi...

ADI YOK HALA #Wattys2018Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin