The Dinner

166 23 8
                                    

Hayattan büyük beklentileri olan bir insan olmamıştım hiçbir zaman. Bunun nedenini azla yetinip fazlasını isteyemediğim bir çocukluk geçirmeme bağlıyorum. Bastırılmış duygularımın boynumu sımsıkı saran zincirleriyle atmıştım yetişkinliğe ilk adımlarımı. İnsan böyle prangaları olunca belli bir eşiği aşamıyormuş.

Kendimi sevmeye çalıştım uzunca zaman zira benim için kolay değildi başkalarına kolay olduğu kadar. Hep bir hesaplaşma ve ardından kendi benliğime başkalaşma. Babama mı kızsam yoksa anneme mi? Kendimi mi unutsam? Kaçsam. Kaçsam kendimden ve yine kendime sığınsam.

Hiçbir suçu olmadığı halde acılarımın sorumlusu bildiğim kendime. Pirincimin güvesi, günahımın keçisi olan kendime. Bana. Sığınsam? Emma'ya. Anne babası olan ama yetim çocuklardan daha yetim olan Emma'ya.

Artık Emma bile değildim gerçi. Yıllarca kendimle verdiğim mücadelelerim, kabullenme çabalarım da bir hiç olmuştu artık. Tek gecede yer yüzünden silinmişti Emma. Onu ne gören vardı ne de bilen. Yalnız kaldığımda peşimde dolaşan siyah bir gölgeye dönüştü puf diye. Hayaletim oldu, kabusum oldu. Uçtu, yok oldu.

...

"Elanna, Elanna, Elanna... Kimsin sen? Beni buraya hapsedip nereye gittin? Nasıl gittin? Gerçi var olup olmadığını bile bilmiyorum ki. Hiçbir şey bilmiyorum. Eğer gerçeksen ve bir şekilde beni duyabiliyorsan lütfen çıkar beni buradan. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kimsem yok. Kayboldum."

Çaresizlik içinde el aynasından kendimle konuşuyordum. Belki gerçek Elanna bir şekilde sesimi duyar da bu saçmalığa bir son verir diye. Boşuna çabaladığımın farkındaydım ama yine de içimde bir umut vardı. Varoluşumdan gelen o umuda tutunuyordum. Bir mum gibi yavaşça sönen umuduma.

İlk iki gün olayın şokuyla yaşadıklarımın farkında değildim sanırım. Yeni yeni çarpmaya başlamıştı suratıma gerçekler. Hiç olmamam gereken bir yerde olduğumun farkındaydım. Nasıl geri döneceğim hakkındaysa hiçbir fikrim yoktu. Elim kolum bağlanmış şekilde kaderimin beni kucaklamasını bekliyordum. Bu yaşananları kabullenip yeni kimliğimle yaşamalı mıydım yoksa köşe bucak Emma'yı mı aramalıydım?

Düşüncelerim kapının tıklanmasıyla bölündü. Yine. Bunun çok sık yaşanacak olduğunu anlamıştım artık. Sürekli bir yere çağrılıyordum.

"Leydi Stark, iki saat sonra yenecek akşam yemeği için Kral Viserys'ten davet getirdim. Kral, babanız Lord Rickon Stark Kışyarı'na dönmeden önce son bir yemek tertip edilmesini emretti. Prens Daemon, Prenses Rahenyra ve Otto Hightower da orada olacak. Katılımınız zorunlu tutuldu."

Lord Stark'ın -teknik olarak babamın- geri döneceğini unutmuştum. Onun gideceğini düşünmek içimde bir hüzün doğurmuştu. Nasıl biri olduğu hakkında hiçbir fikrim olmasa da Elanna'nın babası olduğu için olsa gerek, onu ilk gördüğüm andan beri sevdiğimi hissetmiştim. Ya da Elanna ona olan sevgisini bana miras bırakmıştı. Her iki seçenek de aynı sonuca çıkıyordu. Ayrılığın hüznü.

"Bilgilendirdiğin için teşekkür ederim. İki saat sonra salonda olacağım." diye yanıtladım muhafızı. Sonrasında onun bana teşekkür ettiğini ve kapıdan uzaklaştığını işittim. Yine kendimle baş başaydım ama zaman kaybetmemek adına ayaklanıp hazırlanmaya başladım. Bir yandan ise muhafızın saydığı isimler kulağımda yankılanıyordu. Prens Daemon, Prenses Rhaenyra ve Otto Hightower.

Birbirlerine düşman iki taraf, araları gayet iyiymişçesine aynı sofrada yemek yiyeceklerdi. Masada oluşacak atmosferi oldukça merak etmeye başlamıştım. Savaşı başlatan ilk kıvılcımı Otto Hightower ateşlemişti ve bu kıvılcım o masadaki üç ismin de sonunu getirecekti. Ben ise muhtemelen bir köşeden yaşananları izleyecektim ya da kıvılcımın beni de yutmasına izin verecektim. Zaman her şeyi gösterecekti ama ben görmek istediğimden emin değildim.

The Frozen Flame || Daemon TargaryenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin