🔸11.BÖLÜM: GECENİN SANRISI

174 25 3
                                    

Kafedeki saldırının görüntüleri zihnimde durmadan tekrar eden bir kâbusa dönmüştü. Bir parçam hâlâ her şeyin bir hayalden ibaret olduğuna inanmak istese de daha güçlü bir parçam her şeyin ne kadar gerçek olduğunu biliyordu. Saldırı gerçekti. Kafede yaşanan kargaşa ve ölüm gerçekti. Babamın ölümü gerçekti. Zack'de gerçekti. Onun yüzü o karanlık kargaşanın ortasında parıldayan bir hayalet gibi duruyor, her hatırladığımda içimin buz kesmesine neden oluyordu. Derin bir iç çekişle gözlerimi kapattım ama karanlık sadece daha fazla acıyı getirdi. Uykusuzluk ve çaresizlik bedenimin her hücresine sinmiş, kemiklerimin derinliklerine kadar işlemişti. Çoktan sabah olmuştu ama yataktan kalkmak, fakülteye gitmek bile istemiyordum çünkü evden dışarı adım attığım anda saldırıya uğrayıp ölecekmiş gibi hissediyordum. Bu hiç mantıklı değildi, biliyordum ama ölüm korkusu insana her şeyi düşündürebiliyor. En saçma şeyleri bile. Mesela bir ara her şey düzelene dek kendimi eve hapsetmeyi bile düşünmüştüm.

Saçma sapan bir fikirdi, kabul ediyordum.

Ne olursa olsun, devam etmem gereken bir hayat vardı. Hem evden çıkmam tehlikeli bir şey olsaydı Zack bana bunu zaten söylerdi... Değil mi? Üniversiteye gitmek güvenli olmalıydı. Bunu yapabilirdim. Bunu yapabileceğime kesinlikle inanıyordum ama yine de zihnimdeki karanlık bulutlar umudun parıltısını gölgeliyordu. Kapının arkasında neyle karşılaşacağımı bilmeden adım atmak, içimdeki korkuyu daha da depreştiriyordu. Ya yeniden bir saldırı olursa? Ya bu sefer ciddi bir şekilde yaralanırsam? Daha da kötüsü, ya ölürsem?

Ah, düşünüp durmak hiçbir işe yaramıyordu!

Gözlerimi sıkı sıkı yumarak kafamın içinde dolaşan tilkileri durdurmaya çalıştım. Bu bir işe yaramayınca yataktan kalktım ve öğleden sonraki dersim için hazırlanmak için dolabıma yürüdüm. Ne giydiğime pek de dikkat etmeden bir etek, bir tişört ve ince bir kolej ceketi seçip giyerken bir yandan da mutfaktan gelen sesleri duyabiliyordum. Ayrıca leziz kreplerin kokusu da burnuma kadar geliyordu. Kızlar çoktan kalkmış olmalıydı. Onlara günaydın demeden önce yeni telefonuma -Bu telefon dün olan her şeyin bir rüya olmadığının kanıtıydı- bakmak isteyerek çalışma masamın olduğu tarafa yürüdüm. Güç tuşuna basıp ekranı açtığımda kocaman bir 'hiçbir şey' karşıladı beni. Ne bir mesaj, ne bir arama. Ondan ilgi beklediğimden falan değil ama beni araması gerekmez miydi? Tamamen olduğumdan emin olmak için yani? Yoksa sorumsuz domuzun teki miydi?

Söylene söylene telefonumu ceketim cebine attım ve bunu umursamamaya karar verdim.

Kızlara merhaba demek için mutfağa geçtiğimde ikisi de keyifli bir şekilde kahvaltı ediyordu. Sanki hayatım hiç tehlikede değilmiş gibi sakin bir tavırla "Günaydın." dedikten sonra evden çıkmadan önce kendime bir bardak kahve doldurmak için kahve makinesinin karşısına geçtim. Molly sandalyesinde tembel tembel arkaya yaslandı, ardından da "Nihayet uyanabildin, uyuyan güzel." diyerek benimle neşeli bir biçimde alay etti.

Kahvemden bir yudum alırken duvarda asılı olan saate bakmak için başımı çevirdim.

Saat on ikiyi on beş geçiyordu.

Genelde daha erkenci davranırdım.

"Ah, bu kadar geç olduğunu fark etmemişim bile."

Molly ağır bir biçimde gözlerini devirirken Olivia'da bana dikkatlice bakarak kaşlarından bir tanesini kaldırdı. "Yorgun muydun?" diye sordu, daha sonra.

Bir anlık sessizliği bozarak derin bir nefes aldım. Konuştuğumda sesim yorgunluktan dolayı hafifçe titriyordu.

"Evet, aslında."

"Neden?"

"Pek uyuyamadım."

"Neden?" diye sordu yine.

Tehlike'nin Peşinde: Ajanlar Serisi Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin