Güneş turuncunun ve pembenin tonlarında gökyüzünde kendini göstermeye başlarken, ben hala bilmediğim bu tarihin içinde sıkışıp kalmıştım.
Yanımdaki şişman ve kara suratlı adam, kolumu çekiştirerek daha hızlı yürümemi söyledi. Gün ağarırken askerler bir telaş halindeydiler. Pelerinin başlığıyla yüzümü olabildiğince gizlememe rağmen, biz çadırların yanından geçerken askerlerin bakışlarını da üzerimde hissedebiliyordum. Kendimi rahatsız hissederek başımı olabildiğince yere eğdim.
Birkaç dakika sonra, yeniçeri kıyafetli, çeşitli askerlerin bulunduğu alanı nihayet geride bırakıp, derme çatma kara çadırların bulunduğu bir düzlüğe vardık.
Yanımdaki adam iri elleriyle beni durmadan çekiştirirken, bilincimi yitirmeyi diliyordum. Ya da en azından uyumak için bir fırsatım olsaydı keşke; o zaman kendi zamanıma dönüp, bu kabustan da kurtulabilirdim. Hastanedeki o kızı bulur; başıma ne geldiğini ve bundan nasıl kurtulacağımı öğrenirdim... Artık rüya gördüğümü söyleyerek kandırmaktan vazgeçmiştim kendimi; bu bir rüya olamazdı! Yabancı bir bedenin içinde hapsolmuştu ruhum. Nasıl ve neden olduğunu bilmiyordum ama bir şekilde olmuştu işte...
Ya delirdiğimi kabul edecektim ya da bu durumdan kurtulmanın bir yolunu bulacaktım ve ben kesinlikle bir yol bulmaya karar vermiştim!
İki tane adamın nöbet tuttuğu, alandaki en geniş çadırın önünde durduk. Bu adamlar, diğerleri gibi asker ya da yeniçeri kıyafetleri içerisinde değildi. Hatta daha çok dolandırıcı tipi vardı bu adamlarda. Sinsi ve uğursuz bakışlar, kirli ve sakallı yüzler...
Sonunda, esirciler için kurulan kamp alanına getirilmiştim işte. Yusuf, ormanda beni sorgulamaya çalıştıktan sonra yaşıyor olduğum için bile dua etmeliydim belki de. Onun gözünde kendisinden bir şeyler saklayan, esir kampından kaçan bir şüpheliydim sadece... Ona verdiğim tek cevap ise hiçbir şey hatırlamadığım saçmalığı olmuştu. Söylediklerime inanmış mıydı acaba? Beni tekrar kampa sürüklerken de yol boyunca başka hiçbir şey sormamıştı.
Kimi kandırıyordum ki, bu kadar aptalca bir şeye kimse inanmazdı! Yine de bana daha fazla soru sormamış ya da zarar verecek hiçbir şey yapmamıştı en azından. Beni esircilerin eline teslim etmesini saymazsak tabi...
Rüzgar, pelerinin altından bir tutam kızıl saçı alıp savurdu. Beklediğimiz çadırın önündeki adamlardan biri bana doğru bir adım atmıştı. Bir el sert bir hareketle pelerinimi kaldırdığında kendime gelerek bakışlarımı yerden kaldırdım. Sonrasında ise büyük bir öfkeyle buruşan bir yüz ifadesi görebildim sadece. Bir anda yüzüme inen tokat o kadar sertti ki; kendimi toprak zeminin üzerine yığılmış bir halde bulmuştum!
Acıdan gözlerim yaşararak bana bunu yapan şeye baktım.
Bildiğim tüm küfürler dilimin ucundaydı ama yalnızca bir inleme çıkabilmişti dudaklarımdan. Uzun boylu, sakallı bir adam, nefret dolu, hayvani gözlerle bakıyordu bana. Bense şaşkınlık ve acıyla, bir zavallı gibi yere yığılmıştım karşısında. Ağzımda kanın paslı tadını hissettim. Karşımdaki canavara aynı nefret dolu bakışlarla karşılık verdim ben de. Tam konuşacağım anda beni getiren kara suratlı adam, benden önce davrandı.
"Halil, ne yapıyorsun sen!"
Şişman adamın bağıran, öfkeli sesi açıklıkta yankılandı. Öfkeden gözü dönmüş Halil'e baktım yine. İfadesinde en ufak bir insanlık yoktu. Gaddar, acımasız hatta vahşice bir ifadeydi onunki.
"Bırak! Bu orospuyu tanıdım ben... Kadırga'da gördüm onu. Sen bilmiyorsun bunun ne yaptığını.."
Beni getiren adam, daha kısa olmasına rağmen iri yapısıyla önüne geçerek durdurmuştu Halil'i. Ben ise olduğum yerde, acıyla doğrulmaya çalıştım ama bedenimde o gücü bulamadım. İri olan devam etti konuşmaya;
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DÖNENCE - Zamanın Ritmi
FantasíaBoş gözlerle bakarken, bana yaptığı açıklama tekrar zihnimde yankılandı. "Sen aslında o gün öldün!" Gecenin serin havası ve üzerimde sabitlenmiş soğuk bakışlar ürpermeme neden oldu. "Ve gördüklerin sadece zamanın yansımaları..." diye devam etti. A...