Dakikalardır dikildiğim demir kapının önünde beklemeye devam ettim. Buraya kadar gelmemi sağlayan nefret bir anda yerini tereddüte bırakmıştı sanki, bir adım dahi atmaya cesaret edemiyordum.
Onun yüzünü gördüğüm an ne yapacağım, ne söyleyeceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ona neden yıllarca beni aptal yerine koyduğunu, babam sandığım o adam öldüğünde kendimi kahrederken neden oturup beni izlediğini, neden Soo Joo'yu benden sakladığını haykırarak yüzünü parçalamak istedim, ancak içimdeki patlamaları dışa vuramayacak kadar yorgun olan bedenim gerçekleri kabullenip buradan geri dönmem gerektiğini, ona hiçbir şey söyleyemeyeceğimi bana tekrar tekrar hatırlatıyordu.
Gözlerimi kapatıp, Soo Joo ile okuldan döndüğümüz zaman bu kapının önünde geçirdiğimiz zamanların anısını hatırlamaya çalıştım. Hatırlamalıydım ki o anılar, katili olduğum kardeşimin yaşadıklarını hatırlamamı sağlayıp bana kaybettiğim öfkemi geri kazandırmalıydı.
Derin bir nefes alıp elimi kapıya vurmak üzere kaldırdığımda açılan kapının ardından görmüştüm yüzünü. Elim havada kalırken, her zamanki gibi somuran suratını gördüğüm an gözlerim dolmaya başladı.
"Neden geldin? Buraya gelemeyecek kadar yoğun olduğunu sanıyordum."
"An..." Bir an gözlerim iyice büyürken söylemek üzere olduğum şeyin farkına zor varabildim. Ona bu şekilde yıllarca seslenmiş olmam, hayatımdaki aptal bir kelimenin dahi yalan olması mideme giren krampları dahada şiddetlendirmekten başka hiçbir işe yaramıyordu.
"Joo Hyun, ne oldu?"
Titriyordum. Çenemden aşağısı ne durumdaydı hissedemiyordum bile. Bir şeyler söylemek için ağzımı araladığımda, konuşabileceğimden emin bile değildim.
"B-biliyor musun?" Elimden geldiğince titreyen sesime ve akmak için hazırlanan gözyaşlarıma engel olmaya çalıştım. "Eğer sadece para istediysen o lanet mirası direk alabilirdin. Bunun için iki kişinin hayatını mehvetmene gerek yoktu."
Sustu. İkimiz de sustuk. Ben daha fazla konuşursam ağlamaya başlayacağımdan, o ise söylediklerimi sindirmeye çalıştığından olsa gerekti. Duyulan tek ses, hafifçe yere düşen yağmur damlalarının sesleriydi.
"Ne? Joo Hyun..."
"Ne?!" Sesim artık akmaya başlayan gözyaşlarımın etkisiyle çatallaşmıştı. Bağırıyordum, ve bu o an için biraz da olsa içimi rahatlatmamı sağlayan tek şeydi. "Soo Joo sizin yüzünüzden yanımda değil! Gerçek ailemin adlarını, mezarını dahi bilmiyorum!"
Gözlerimden süzülen yaşlar o kadar şiddetlenmişti ki, iyice şişmiş olan göz altlarımın daha o an morardığına yemin edebilirdim. Umursamadım, sahte idol kimliğim buraya kadardı.
"Size inanamıyorum."
Geldiğimden beri ilk kez yüzüne baktım. Yüzünde tek bir mimik dahi oynamamış olması, bu denli yüzsüz olması iyice yükselmiş olan sinirlerimi arttırmam için yalvarmasıyla eş değerdi. İlk defa ondan tiksindiğimi hissettim. Bana yaptığı onca hakarete rağmen sevmeye devam ettiğim kadın, şu an karşımda dünyadaki en berbat insan olarak duruyordu.
"Size inanamıyorum!"
Attığım tiz çığlıkla beraber onu omuzlarından ittiğimde, kendimi yerde, onun üzerinde buldum. Kendimde değildim, eğer olsaydım onu şu an yere devirmiş, ve saçlarını çekiştiriyor olmazdım. Eğer şu an Joo Hyun olsaydı, ona sadece birkaç söz söyleyip ağlamakla yetinirdi...