Kız kardeşimin ölüm haberini aldığımda bir şeyler hissetmem gerektiğini biliyordum. Babam beni, akşam karanlığına gömülmüş odamda müzik dinlerken salona çağırıp "acı haberi" verdiğinde; aklımdan geçen cümlenin "Bu gece acaba bizimkilerle bir gece yüzmesi yapar mıyız?" olmaması gerektiğini de biliyordum. Aklımdan geçenler sırasıyla şöyle olmalıydı;
Ne?!
Nasıl olmuş?
Nerede olmuş?
Acı çekmiş mi hiç?
Oh my God!
Evet, tamam, sonuncusu babamdan okkalısından bir soru işareti dolu yüz ifadesi almama sebep olurdu ama kalbimdeki bir kandamlasının bile üzüntü, acı, keder, korku gibi duyguları vücuduma taşımamasının kesinlikle normal olmadığının farkındaydım. Birkaç gün önce yeniden dekore ettiğimiz salonda öylece oturuyorduk babamın ağzından dökülen iki kelimeden sonra, "Aslı ölmüş, Huzur." Tabi, bu üç kelime etti ama ben kendi ismimi saymadım. Bu arada "salonu yeniden dekore etmek" ifadesini kısaca açıklamak istiyorum. Üçlü koltukla ikili koltuğun yerini değiştirip, tekli koltukların arasında duran sehpayı rahat rahat yürümemize engel olsun diye salonun ortasına koymuştuk. Babamın kelime hazinesine göre bu "yeniden dekore etmek"ti ve bana da gözlerimi devirmek düşmüştü bu hayran kalınası "değişim" temalı zırvalığa. Bir de kan ter içinde kalsam da eşyaların yerlerini değiştirirken ona yardım etmek... Şimdi ise çabalarımızın meyvesi olan "değişik salonumuz"a kız kardeşimin ölümü hakimdi.
Kum beji rengi duvarlarla uyumlu açık kahverengi koltuklar tamı tamına 18 yıllıklardı. Benimle yaşıttılar ve inanın bana onları ölü olan kız kardeşimden daha çok tanıyordum. Mesela o an babamın meşgul ettiği üçlü koltuğun sağ tarafındaki kolunda bir oje lekesi vardı. Televizyonun karşısında ojelerimi sürerken bulaştırmıştım ve babam iki senedir hala farkına varmamıştı. Sonra mesela yemek masasının etrafındaki sandalyelerden birinin bacağı zedeliydi, bilmediğim bir nedenden. Sandalyeleri ve koltukları tanıyordum ama kız kardeşimin yüzünü gözümün önüne getirmekte zorlanıyordum. Kalbi nasıl zedelenmiş, hayatında nasıl yaralar almış bilmiyordum. Gerçi, aldığı en büyük yarayı biliyordum, öldüğünü, ama bu yeterli değildi.
Halının çiçekli deseninin bana çok ilgi çekici geldiği birkaç sessiz dakika geçti. Kedere gömülmesem bile en azından bir şeyler söylemem gerektiğini boğazımda hissediyordum ve sonunda bir iki kelime dilimin ucuna gelince, duyulmalarına izin verdim. "Başımız sağ olsun?" Bakışlarımı, aslında o kadar da bir numarası olmayan halıdan kaldırdım. Bu durumda söylenecek başka ne vardı ki?
İçlerinde sinir mi hayal kırıklığı mı yoksa tamamen başka bir duygu mu olduğunu seçemediğim gözleriyle baktı bana babam. Konuştuğunda ise sesi gibi gözleri de duygudan yoksundu. O ne olduğunu çözemediğim duygunun üstünü örtmüştü hemen. "Başımız sağ olsun." Benim tepkisizliğime mi tepkisizliğiydi bu yoksa diğer kızının ölümünden hiç etkilenmemiş miydi bilmiyordum. İlkinin doğru olmasını istedim içimden çünkü ben her ne kadar Aslı'yı hatırlamasam da, babam onun da babasıydı. 4 yaşına kadar en azından...
Evet, bizim de hikayemiz buydu. Babamla "annem"in hikayesi bittiğinde ben bir yaşındaydım. Aslı ise dört. Hala bilmediğim ve öğrenmek isteyecek kadar umursamayı uzun süre önce bıraktığım bir nedenden dolayı ayrılmışlardı "annem"le babam. Benim velayetim sadece bir yaşında olmama rağmen babama verilirken; Aslı'nın velayeti "annem"indi. Benim velayetimin nasıl babama verildiğini bilmiyordum. Daha bir yaşında bir bebektim ben ve "annem"e Aslı'dan daha çok ihtiyacım olduğu muhakkaktı fakat velayetim babamda kalmıştı. Şikayet etmiyordum. Babam benim her şeyimdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HUZUR
Teen Fiction"Yanaklarını tokatlayacak rüzgara hazır ol!" diyerek salıncağın arkasına koştum. Vücudumun tüm ağırlığını kollarıma verdim ve kollarımı da salıncağa dayadım. İttim. "Daha hızlı salla, Huzur!" Salıncak zaten hız kazandığından sallamak kolaylaşmış...