“Ablanın öldüğüne değil de İstanbul’a gideceğine mi üzülüyorsun?” Esin’in dirseği masanın üstündeydi ve elindeki çatalın dişlerini bana doğrultmuştu, suçlar gibi.
Artık odam olmayan odam ve evim olmayan evim bana fazlasıyla dar ve boğucu gelince kendimi dışarı atmıştım. Bizimkileri arayıp İzmir’in muhtemelen en bilinmedik ama en sevdiğimiz kafesinde, Kafa’da, buluşmak istediğimi söylemiştim ve evet kafenin adı “Kafa”ydı. O kadar çok içli dışlıydık ki bu kafeyle, burada buluşmak istediğimizde “kafayı bulalım mı bugün?” derdik. Bir kere babam böyle bir telefon konuşmama tanık olmuştu ve onu “kafayı bulmanın” sarhoş olmak olmadığına inandırmam için baba kız kafeyi bir ziyaret etmemiz gerekmişti.
“Benim ablam değildi o. Abla kulağa samimi geliyor. Biz birbirimizi tanımıyorduk bile.” Yüzümü buruşturdum, limon varmış gibi ağzımda. Zira herkesin sanki ablamla eskiden can ciğermişiz de ben birden kalpsiz bir zombi, öcü böcü olmuşum gibi davranması tam limon tadındaydı.
“Her neyse… Demek istediğim İstanbul bu kızım. Konstantiniyye yani…” Bana doğru eğildi masanın üzerinde, söylediklerini gayet net duymama rağmen. “Boğaziçi, Eminönü, Taksim, Kız Kulesi falan. Tanıdık geldi mi?”
“Yok canım. Çıkaramadım.” Gözlerimi devirdim ve alnımı ovmaya başladım.
Arkadaşlarımla konuşmak bir şeyleri çözmeme yardımcı olur sanmıştım ama belli ki insan sarrafı değildim. Seçtiğim arkadaşa bakın… İstanbul’a postalandığıma sevinecekti neredeyse.
“O değil de neden erkek kulesi yok? Çifte standardın babası bu bence.” Canberk’in rahatlığı ve mayışmışlığı oturuş şekline de yüzüne de yansımıştı. Gerçek duygularını saklamakta iyiydi bu çocuk... Elindeki elmalı nargilenin kokusunu bize taşıyan duman hepimizde derin derin nefesler alma isteği uyandırıyordu.
“Bir tek sen böyle bir durumda erkek kulesinin neden olmadığı gibi saçma bir şeyi merak edebilirdin. Cidden...” Elif avuç içleri gözükecek şekilde ellerini hayret içinde havada yükseltmişti.
“Ne yapayım? Ağlayayım mı oturup?”
Canberk’in sözlerinin zorlama olduğunu sadece ben anlayabilmiştim. O kadar da iyi değildi gerçek duygularını saklamakta. O Çaylak'taki Colin Farrell'se ben Al Pacino'ydum. O Doktor Pençe'yse ben Dedektif Gadget'tım. Sözün özü, kaçmazdı benden. Eh tabi, insan eski sevgilisiyle arkadaş olunca onun sesindeki tonlamayı da yüzündeki bir mimiği de anlamlandırması zor olmuyordu. Umursamaz görünmek için uğraşıyordu.
“Aaa, olur mu? Erkek adam ağlamaz. Blah, blah, zırvalık, saçmalık, çöp.” Esin, Canberk’in gidişime karşı olan tavrını kala almaya tenezzül bile etmedi. Küçümseyici yüz ifadesi ve ses tonu neredeyse gülmeme sebep oldu. Neredeyse. Gülmek için bundan daha fazlasına ihtiyacım vardı. Çok daha fazlasına…
“Erkek adam ağlamaz lafı saçmalık mı, zırvalık mı onu bilmem de; kızlar siz hepiniz salya sümük ağlayacaksınız havaalanında. Aha da buraya yazıyorum.”
Başparmağını yalayıp masaya yazarmış gibi yaptı, Egemen.“Masa kirlendi…” Esin lafı yapıştırdı Egemen’in parmağını yalayıp masaya sürmesine.
Egemen Esin’in sözlerini duymazlıktan gelince masamıza bir sessizlik hakim oldu.
Kafenin bahçesinde, her zaman oturduğumuz masadaydık. Öyleki çalışanlar bizim isimlerimizi biliyorlar, ergen hallerimizi bile hatırlıyorlardı. Öğrenci-tanıdık, ortaya karışık bir indirim mutlaka yapardı, Haluk abi, kafenin sahibi.
O an, takılmak istediğimizde ilk aklımıza gelen o kafede, o defalarca geldiğimiz kafede, arkadaşlarımın kafasından geçenleri az buçuk tahmin edebiliyordum. Hayatlarında ve hatta “hayatta” olmayan birinin, Aslı’nın, yaklaşık on yıldır hayatlarında olan bir insanın, benim, kendilerinden çok uzağa gitmesine sebep olması… 4 yüz 80 kilometre kadar uzağa… Evet, internetten bakmıştım İstanbul- İzmir arası kaç kilometre olduğunu.
Beynim hala olanları algılamaya, sindirmeye çalışıyordu. Birkaç saat önce babamla yaptığım konuşma tekrar tekrar kafamda canlanıyordu. Sanki bir yerde bir yanlışlığı fark edip kendimi bu karmaşadan oluşan hortumun dışına savurabilirdim.
Kafam bir değil, iki değil, tam üç milyondu o an. Ben de düşünceleri zorla uzaklaştırdım ve arkadaşlarımı incelemeye koyuldum. Esin koyu kahverengi saçlarını dağınık bir topuz olarak kafasının arkasında tutturmuştu. Yaz dolayısıyla güneşten yanmış teni benim asla sahip olamayacağım bir tondu. Brownie’sini yemek yerine çatalıyla kurcalıyordu ki bu normalde yapmayacağı bir şeydi. Brownie’yi getiren elemanın içeri gitmesiyle brownie’nin Esin’in midesine gitmesi arasında yaklaşık… 5 dakika vardı. Eğer iyi günündeyse 3…
Elif’in dalgın bakan gözleri, artık kısaltılma zamanı gelmiş kahkülleri tarafından perdeleniyordu. Küçük parmağından başlayıp işaret parmağına doğru, tırnaklarını masaya vuruyordu. Masamızdaki tek ses de buydu zaten…
Egemen telefonuyla ilgileniyormuş gibi yapmasına rağmen, herkese gergin bakışlar attığının farkındaydım. Saçı sakalı birbirine karışmıştı ama o bu halinden memnundu. Onu daha olgun gösterdiğini iddia ederdi hep. Bense bunun onu daha çok bir mağara adamı gibi gösterdiğini düşündüğümü ona söylediğimde bileğimin üstüne kocaman bir saat izi bırakmıştı. Aslında birbirine karışmış saçı sakalı sevdiğimi ve ona yakıştırdığımı asla söylemedim ona çünkü söyleseydim eğer ben bu dünyadan göçüp gidene kadar ona asıldığımı iddia ederdi. Hatta ben gittikten sonra bile arkamdan anlatırdı nasılda yanık olduğumu kendisine. Çılgın...
Canberk… Canberk Yaşar… İlk aşkım değildi ve sonuncusu da olmayacaktı ama hayatımda belli bir yerde olduğu kesindi. Ortaokulun son bir yılı ve lisenin ilk iki yılı olmak üzere üç senemizi verdik birbirimize. Sevgili olduğundan daha iyi bir arkadaştı... Üç sene nasıl çıktınız peki diyeceksiniz. Şöyle ki; bayağı çıktık. Alışkanlık mı yoksa yalnız kalmak istememek mi bilmiyorum ama üç senenin sonunda “olamadığımızı” farkına vardığımızda ayrılıp da birbirimizi öylece kaybetmek istemedik ve arkadaş olarak kalmaya karar verdik. Hala da arkadaşız.
Sanırım tası tarağı toplayıp onun hayatından çıkmamak verdiğim en doğru kararlardan biriydi, her ne kadar eski sevgiliden arkadaş olacağına inanmasam da. Bir sevgiliden çok arkadaşım olan bu çocuk hala nargileyi tüttürüyordu. Ben de nargileyi elinden çekip almaya karar verdim. Kullanılmamış bir sipsiyi masadan alıp, poşeti ağzımla yırtıp açtım Canberk’in bakışları arasında. Tek kaşını kaldırdı, sonraki hareketimin ne olacağını tahmin etmeye çalışarak. Sağımdaki koltuğa, Canberk’in elindeki, ucu ağzına dayanmış nargileye uzandım. Uzanmakla kalmadım hızlıca çekip aldım ellerinden, o derin bir nefes daha çekemeden.
“Hey!” Hemen itiraz etti ben onun sipsisini çıkarıp masaya sallarken.
“Hayatını kurtarıyorum işte fena mı? Ne kadar az içersen o kadar iyi.” Omuz silktim umursamaz bir tavırla.
“Ben hızlı yaşayıp genç ölmek istiyorum belki?” Sipsisini masanın üzerinden aksi hareketlerle aldı.
Masadaki herkes ona dik dik bakmaya başladı sözleri üzerine.
“Kızın ablası 21 yaşında ölmüş, senin dediğin şeye bak…” Elif’in çatık kaşları ve sert bakışı Canberk’i delip geçmeyi amaçlıyor olmalıydı.
“Abla” kelimesinin beni çileden çıkarmasına ramak kalmıştı. “Aslı benim sadece… biyolojik ablamdı.” diye tısladım.
Biyolojik abla diye bir şey var mıydı?
“Huzur’un umurunda gibi görünmüyor. Benim neden olmalı?” Canberk kafasının salladı sorusunu vurgulamak için, hepsinin gözlerine bakarak.
“Çünkü insansın…” Esin manalı bir tonlamayla önerdi.
“Hepimiz kardeşiz, bu kavga ne diye…” Egemen çığırmaya başladı, “kardeşiz” kelimesini o mükemmel(!), Türkçe’yi katleden şekilde telaffuz ederek…
Kargaların sesi, Whitney Housten, Lara Fabian, Mariah Carey’den oluşan bir koro gibi kalırdı Egemen’in sesinin yanında.
“Egemen!”
Hep bir ağızdan bağırmak genelde onu susturmak için yeterliydi ama o gün, anlam ve önemi belirten bir konuşmayı hak ediyordu anlaşılan. Egemen’in ‘konuşmak’tan kastı ise kulaklarımızın zarlarını titretmekti. Hiçte kulak pasımızı silecek bir şekilde değil…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HUZUR
Teen Fiction"Yanaklarını tokatlayacak rüzgara hazır ol!" diyerek salıncağın arkasına koştum. Vücudumun tüm ağırlığını kollarıma verdim ve kollarımı da salıncağa dayadım. İttim. "Daha hızlı salla, Huzur!" Salıncak zaten hız kazandığından sallamak kolaylaşmış...