İKİNCİ AĞIT.

11.7K 1.3K 521
                                    


Ölüm ipine dizmişler beni. Kucağıma gebe kaldığım acıdan bir bebek vermişler. Ağlamıyor, konuşmuyor; susuyor. Bu bebek, sustukça ben oluyor. Öyle ki bir salınacakta gibi hissediyorum. Tam gökyüzüne dokunduğumu hissederken geriye çekiliyorum. Ben sanırım, bir miktar yokluğun eşiğinde can veriyorum.

Hastaneden çıkıyoruz. Veda koluma girmiş, yürüyemiyorum. O kaçınılmaz sözcükler doktorun dudaklarından çıkmış. Saatler geçiyor, hava kararıyor. Gökyüzü bile üzerine çektiği gece karası örtüsüyle beraber bizi izlemeye başlıyor. Ölüm, suskunluğa bürünüyor. Veda, dudaklarını birleştiriyor ve sessizce çakıllı yolda botlarıyla taşları eziyor. Dudaklarım ismini yana yakıla ezberlemek istiyor ama izin vermiyorum. Saçlarıma yaktığım kınanın kokusu burnuma doluyor. Çocukluğumu hasretle anan güz rüzgarları, bir flama edasıyla saçlarımı burnuma değdiriyor.

Beni arabaya bindiriyorlar. Kollarımı tutan Veda, arabaya bindiğimiz anda kollarımı hala tutmaya devam ediyor. Bir parmağı çeşitli morluklardan bir tanesinin üzerinde. Kimse görmüyor bizi. Kimsecikler duymuyor. Biz sessiz bir lisanı paylaşırken sadece Allah şahit oluyor. Özgürlüğümü görüyor musunuz?

Diğer er çoktan gitti. Hava karardığı için Veda onu yolladı. Şimdi arabada bizi şoför ile ayıran bir bariyer var. Kimse görmüyor. Kimse duymuyor. Biz sadece o anda Ağıt ve Veda oluyoruz.

"Ağıt," diyor Veda. O boğuk sesi, bu sefer titriyor. Sanki uzun zamandır itiraf edilmemiş sözcükleri itiraf etmek için çırpınıyor. Ama Veda bunu yapmaz. "İyi misin?"

Sorduğu tek soru bu oluyor. Verdiğim yanıt, dudaklarıma buruk bir gülümseme çiziyor. "Veda," diye fısıldıyorum. Dudaklarıma taktığım bu isimle acım sızlıyor. Ona duyduğum hayranlık ruhuma bir çizik atıyor. Çizik, kıvrılıyor. Bir kamçı gibi kalbime saplanıyor. "Her vedaya bir ağıt yakılır. Sen de yakacak mısın bir ağıt?"

Bu söyleyebildiğim son cümleler oluyor. Çünkü Veda suskunluk fermanına dudaklarını geçiriyor. Onu on sekizimde gördüğüm günü anımsarken, zihnim bir karmaşa yaşıyor. O tanıdık bakışlar, yine soğuk bir paltoyu üzerine geçiriyor. Ve ben, susuyorum. Hep susuyorum ama bu sefer, tüm sesleri susturuyorum.

Onun soluklarını dinlemeye çalışıyorum.

Mahkum olduğum dört duvara tekrar vardığımızda, beni hücreme acımasızca atıyor. Gözlerini yine kan bürümüş. Bürünmüş. Veda'm. Benim güzel Veda'm. İçimde senin için kaç Ağıt'ı öldürdüm bir bilseydin, belki böyle soğuk bakmazdın bana.

Neden öfkeli bakıyorsun?

Ölüyorum, diye mi? Yoksa tüm geç kalmışlıklara mı? Olsun Veda. Sorun değil. Az zamanın var, dedi doktor. Ama önemli değil. Özgürlük bir adım uzağımdayken, sen bir adım uzağımdayken sadece bir sandalye, bir de ip yeter bana kaçınılmazı getirmek için.

Bir paçavra gibi atıldığım hücrenin kapısı kapanıyor.

Demirler çekiliyor. Zihnimdeki eller, boğazımı kavrıyor. Öldürmüyor, ben zaten ölüyüm. Ölüyorum. Öldükçe ben, bir adamın dokunuşlarında yeniden doğuyorum.

Zaman geçiyor. Kısa günler. Uzun geceler. Pencereme konan kuş, neden bir haber getirmiyor? Bana neden mucizelere inanmamam gerektiğini söylemiyor? Bir kuş, gökyüzüne tekrar kanatlanıyor. "Uç!" diyorum. "Uç uçabildiğince. Ve yaşa, özgürlüğün elverdiğince!"

Kuş uçuyor.

Ben uçamıyorum.

Sessizce duvar köşesindeki yerime geçiyor ve karnımın ağrısını dindirmeye çalışıyorum. İnlememek için dudaklarımı birbirine bastırıyorum ama ağrı o kadar şiddetli ki, dudaklarımı yaran bir çığlık, güçlü bir yıldırıma benziyor. "Sus!" diye bağırıyor dışarıdaki gardiyan. Bu Veda değil. Başka biri. Pis kokan adam bu. Nefesi gençlik kokuyor. Belki de genç kızların ruhlarını emdiğinden böyledir. Kimse onu tanımıyor. Fakat ben tanıyorum. Bir gece vakti hücreme sızdığı gün, yüzüne attığım yumruktan biliyorum ona olan nefretimi.

Saat biraz daha geçiyor.

Gözlerim demir parmaklıklarda. Karnım hala ağrıyor. İnim inim inliyor, dudaklarımı ısırıyorum. Fakat sözcüklerim öylesine çok kanıyor ki ucu bucağı kesilmeyen bir kan gölü oluşuyor ruhumda.

Sükunet, etrafımı sararken, gece gündüze dudaklarının bekaretini emanet ederken karnımın sancısını dindirmek için onun yüzünü düşlüyorum. Bana bugün nasıl olduğumu soruşu aklımda canlanırken küçük bir kız çocuğu gibi utanıyor, başımı çeviriyorum. Veda Alabora, diye fısıldıyorum. Ruhumun büyük fırtınası.

Mahallemizde beraber büyümüştük. Benden büyük olduğu için hiç benimle oynamamıştı ama gözlerimle sevmiştim. Evcilik oynarken onu hep karşımda hayal etmiştim. Ve biliyor musunuz, gözlerim ne zaman değse bir başkasının gözlerine utanıvermiştim. Veda asker oldu daha sonra. Vefa Alabora'nın beş oğlundan biriydi. En kıymetlisiydi. Anasını da atasını da yok saymaz derlerdi onun için. Annem de pek severdi. Ama yine de, bir adama verdi beni. Adam büyüktü. Ruhuma devrildi. Bana izinsizce dokunmak istedi. Bıçakladım. Düştüm Veda'nın yuvasına.

İşte buradayım.

Karın ağrım daha şiddetli olduğunda sesli bir şekilde bağırıyorum. Buraya gelmesini çaresizce istiyorum. Kapım aniden açılıveriyor. Karşımda o dikiliyor.

Arkasına bakıyor. Orada bekleyen askere, "Sen git," diyor. "Komutana söyle Ağıt Olgun hastaneye gidecek."

Asker gidiyor. Veda önümde diz çöküyor. "Ağıt," diyor fısıldarcasına. Sanki adımın dudaklarına süzülmesi yasakmış, günahmış gibi eğiliyor kulağımda. "Ağıt," diye inliyor. "İyi değilsin."

Bugün sorduğu binlerce, "İyi misin," sorusuna işte kendisi cevap vermiş oluyor. "Veda," diyorum. "Ben ölüyorum. Ama ne iyi, ne kötüyüm. Bir ağıt yakarsa dudaklarına vedama, gidişim sorunsuz olur. İnan bana."

GÖKYÜZÜNDE ASILI KALAN KADINHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin