ALTINCI AĞIT.

7.9K 1.1K 503
                                    

Adım Ağıt.

Ağıt Olgun.

Dediklerine göre annem doğum esnasında öyle çok ağlamış ki, onun feryatlarına ithafen koymuşlar adımı. "Bin ağıtla doğdu, bin gülüşle yaşasın." Demiş teyzemin kızı Saliha abla. Oysa ben, bin ağıtla doğup o bin ağıta lanetle bağlanan kız olmuştum, haberleri yoktu. Evimizin köşesinde bir dar ağacı, ruhum orada asılıydı. Ne duyan ne gören, ne bilen vardı beni. Akif Olgun'un kızı Ağıt Olgun, ruhunu astı diyen kimse yoktu. Nereden bileceklerdi sahi? Benim ruhum çoktan dar ağacının koynuna sızmıştı.

Fakat her daim bir umut taşırdı insan. Benim umudum da, hayal kırıklığım da bir vedada gizliydi. On yedimde beni verdikleri adam bana dokunmaya kalktığında da, onu vurduğumda da, beni buraya kapattıklarında da umudum Veda olmuştu. O son bakışı, bir hayal kırıklığı olmuştu ama bana. Ellerimde kelepçeler, "Ağıt," demişti bakışları. Sadece adımı söylemişti sanki ve işte bitivermişti.

Bana yazdığı mektup, başlı başına bir umuttu. Fakat benim gözlerimden öyle çok hayal kırıklığı damlamıştı ki o umutlar kaçıp saklanmış, bazılarının naaşları kalkmıştı bile. Matem havası, kayıp ruhumu sarmıştı.

Mektubu ellerimde sıkıyorum. Sanki ona dokunmamı sağlayacakmış gibi ellerimde sıkıyorum ama dokunamıyorum. Kalbim kanıyor. İnsanın kalbi kanar mı? Peki ya insanın, kalbi kendisine zehir zıkkım olur mu?

Tüm gece boyunca uyumuyorum. Etraf aydınlanıyor. Gün doğuyor ve kahvaltı saati geliyor. Veda'yı göreceğim için mutlu hissediyorum kendimi. İçim taşıyor sanki. Bu kez mutluluktan Allah'ım. Bu kez mutluluktan taşıyor içim.

Fakat kapı açılıyor. Dudaklarımda bir bayram neşesiyle beklerken içeriye nefesi kokan adam giriyor. Dudaklarında pis bir gülüş, beni korkutuyor. Yemeğimi önüme bırakırken üzerimdeki yırtılmış tişörte dikiyor bakışlarını. "Ye," diyor. "Veda Alabora'yı mı bekliyordun, yoksa?"

Ses çıkartmıyorum. Bakışları üzerimde gezinirken bir anda yere takılıyor ve işte o an ölüm fermanımı imzalıyorum. Sükunetime sarılıyorum. Portmantoda asılı olan yalnızlığımı geçiriyorum üzerime. Asker, yerdeki izmariti görüyor. Dün gece Veda'nın söndürdüğü izmariti ve bağırıyorum. "Komutanım! Yerde izmarit buldum."

Komutan kapının dışında. Korku bedenimin içinde. Kemiriyor bulduğu ne varsa. Zihnim yerinden oynuyor, kelimelerimin kırık uçlarına kan oturmuş. Ruhumun sürgüsü çekiliyor ve Komutan konuşuyor. Dudaklarından çıkan iki kelime, benim ölümüm oluyor. "Gerekeni yap."

Demir kapıyı kapatıyor asker. Dudaklarını kıvırıyor ve bileklerini kıvırıyor. Önce tokadı patlıyor yüzümde. Dudağım yarılıyor, kan hızla akıyor. Akan kan sahi nereden? Kayıp ruhtan mı yoksa tenimdeki yaradan mı? Bilinmez akışkan sıvı, dün gece Veda'nın dokunduğu çeneme doğru uzanıyor. "Dokunma," demek istiyorum. "Silme onun izini." Oysa bir kan, ancak ölümsüz kılar dokunuşunu. Bilemiyorum.

Sonra karnıma bir tekme iniyor. Başım yere çarpıyor. Midem acıyor ama sesim çıkmıyor. İnlemelerim dudaklarımın kıyılarında, Veda'nın gülüşlerimi sakladığı yerde. Darbe gecikmiyor. Bir kere, iki kere, üç kere, dört kere, beş kere. Beşinciden sonra saymayı bırakıyorum çünkü içim kıvrılıyor. Yerde büzülüyorum. "Nereden buldun, orospu?" diye fısıldıyor asker. "Nereden buldun?"

Sesimi çıkartmıyorum. O Veda'mın sigarası diyemiyorum. Başım yere bir kez daha çarparken, dudaklarımda hayali resmi, ben sabahın yedisinde, gecenin on birine sığınıyorum.

Bu Veda için yediğim ilk dayak oluyor.

Kapının ardından bana bakan Veda'nın ağladığını ilk görüşüm oluyor.

"Ağıt," diye fısıldayışını sadece ben duyuyorum ve sonra boğazını temizliyor. "Recep!" diyor. "Ben devam ederim."

Bana...bana vurmaya mı geliyor? Bir an için sükunet hızla kaçıyor, saklanıyor bir yere sığınıyor. İçim kıpırdıyor. Bedenimdeki kan çekiliyor ve zihnimde Veda'ya ayırdığım tüm odalar kanla kaplanıyor.

Recep beni bırakıyor. Kapıyı açıyor, Veda içeri giriyor. "Acıma," diyor. "Hak etti orospu."

Gözlerim Veda'nın yumruklarına takılırken yumruklarını sıktığını görüyorum ama dudaklarını aralamıyor. Kaşları çatık, başını sallıyor. Öfkesi somut bir palto gibi, kayıp ruhumun üzerine geçiriliyor. Palto ağır geliyor. Gözlerim ama, dudaklarım lal ve kulaklarım da sağır oluveriyor.

Veda yanıma yaklaşırken göz pınarlarındaki ıslaklığı kuruluyor ve önümde diz çöküyor. Recep çıkıyor. Bir biz kalıyoruz. Eli yavaşça yukarı kalkıyor ve başımı hemen önüme eğiyorum. "Vurma," diyorum. "Sen vurursan yemin ederim katlanamam."

"Vuramam," diyor. "Kalkamaz elim. Kırılıverir. Dokunsam, kaybolacaksın sanır. Kırılır."

Gözlerinden bir damla yaş akıyor ve parmakları çeneme kayıyor.

Derin bir nefes alıyorum.

Veda'nın dokunuşunu hissediyorum. Yavaşça alnını alnıma dayıyor ve dudakları, dudağımın kenarındaki yarayı okşuyor. Önce inliyor, ardından derin bir nefes alıyorum. İşte ben asıl şimdi yaşıyorum, diyorum.

Veda gülümsemiyor.

Ama kolları, açık.

Beni çağırıyor. "Bin gülüşe, bir Ağıt'ı değişmem." Diyor. Ve koca adam, kollarımda ağlıyor.

Modum inanılmaz düşük. Dilek Taşı dinleyip duruyorum ve bu bölümün tüm sorumlusu o şarkıdır. Neyse. Okulun açılmasına saatler kala, bir bölümle gelmek istedim. Umarım beğenirsiniz. Lütfen oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin.

İletişim için:ask.fm/gokyuzukokan.

Facebook Grubumuz için:Gökyüzünden Hikayeler.


GÖKYÜZÜNDE ASILI KALAN KADINHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin