4. BÖLÜM
Merhaba canlar! Şu an büyük ihtimal çoğunuz uyuyorsunuz. Koskoca bir ayın ardından yeni bölümle gelebildim çok şükür. (Bir daha arayı bu kadar açmam büyük ihtimal) Uzatmak istemiyorum. Hemen okuyun diye.
Son olarak, medyadaki şarkı... Yüreğiniz dayanırsa onu dinleyerek okuyun. Hadi iyi okumalar!
Çocukluğum... Yazları deniz kenarlarında kumdan kaleler yapmak, kışları kocaman kardan adamlar yapmak heyecanının döngüsü içerisinde sürüp giden sıradan bir süreçti. Tek derdim her defasında yaptığım kumdan kalelerin tek bir dalgayla yıkılması, kardan adam yaparken ellerimin donuyor olmasıyken aslında ne kadar da mutluymuşum. Dert olarak gördüğüm bu küçücük şeyleri her defasında dört gözle yeniden beklerden ne kadar da huzurluymuşum...
Büyüdüm. Hayatın asıl yüzünü göremediğim o çocukluk perdesi kalktı gözlerimden. Artık yıkılanlar kumdan kalelerim değil hayallerim. Artık soğuk olan kardan üşüyen ellerim değil başımı yaslayıp saatlerce ağladığım mezar taşları...
''Neden bana yardım ediyorsun?''
''Çünkü benden başka kimseye ihtiyacın olsun istemiyorum. Her ne olursa olsun sadece ben sana yardım edeyim, sadece benim yardımıma ihtiyaç duy istiyorum.'' Titreyen ayaklarım köşeyi döner dönmez gözlerim görmeyi reddettiği o acıya şahit oldu. Şu an bile zihnimin içerisinde bana söyledikleri dönüp duran adam tam karşımda duruyordu. Anne ve babasının yanında, toprağın altında...
''Sana senin gölgenim demiştim...'' Ona doğru attığım her bir adımda kafamın içerisinde kelimeleri can buluyordu. ''Gölgenim ve he zaman peşindeyim...'' Bir adım daha. ''Sana senden daha yakın seninleyken kendimden bir o kadar uzağım...'' Bir adım daha. ''Hissedebiliyorum...'' Son bir adım daha attıktan sonra durdum. Tüm kelimeler o anda sustu. Tam önümde duruyordu şimdi. Bir toprak yığını ve başına iliştirilmiş bir tahta parçası... Baştan savma bir şekilde üzerine kazınmış iki kelime; Uygar ATAHAN.
Tek bir adım atmaya gücüm kalmamıştı. Avuçlarımdan yitip giden bir hayatın yanına diz çökmekten başka bir şey yapamayıp kendimi toprağın üzerine bıraktım. Yağmur sonrası huzur veren o nemli toprak kokusu bu sefer ciğerlerimi asit gibi yakarken acıyla inledim. Bedenimin bağışıklık kazandığı bir zehirdi ölüm acısı. İçimdeki ruhu çürüten de oydu ayakta durmam için bedenime güç veren de... Yaşamam için sebebim de oydu şu an tam da burada kendimi öldürmem için nedenim de... İşte, buradaydım! Olmaktan korktuğum yerde, sevdiğim adamın yokluğundaydım.
''Burada mısın gerçekten?'' Soğuk toprağın üzerine sıcak nefesim döküldü. ''Bu toprağın altında mısın?'' Titreyen parmaklarım sanki ona ulaşabilecekmişim umuduyla toprağa gömüldü. Yanındaydım ama ona ulaşamayacak kadar da uzaktım. ''Uygar...'' Onu daha fazla hissedebilme umuduyla tümseğin yanına bedenimi bıraktım. Hala toprağın altında olan ellerim daha da derine inerken kolumu tümseğe sardım. Allah'ım bu nasıl bir acıydı böyle?
''Korkuyorum... Uygar, tek başımayım ve korkuyorum. Beni duyabiliyor musun?'' Bir yanıt gelmeyeceğini bildiğim halde sustum. Sessizliğini dahi olsa dinlemek istiyordum. ''Sana ihtiyacım var'' diye fısıldadım tekrardan. Soğuk toprağı gözyaşlarımı yutuyordu. Ellerim o toprağın üzerinde geziniyordu. ''Lanet olsun, bu haksızlık!'' diye hıçkırdım. ''Orada olmaman gerekiyordu duydun mu beni?'' Her kelimede sesim biraz daha yükseliyordu. Acı artık damarlarımı parçalamaya başlamıştı.
''Bak yanındayım. Çünkü sana ihtiyacım var. Çünkü şu kahrolası dünyada bir tek sana ihtiyacım var!'' Acıyı kusmaya çalışıyordum ama olmuyordu. Ne kadar bağırsam da içimdeki acı biraz daha alevleniyordu. Yine de ona ulaşamıyor olduğumu bilmek bir idam mahkûmunun sandalyesine vurulmadan birkaç saniye önceki çaresizliğinden bile beterdi.
Hızla doğruldum ve bir hışım gözyaşlarımı silip nemli toprağa parmaklarımı gömüp tümseği dağıtmaya başladım. ''Orada kalamazsın. Hayır, orada olmaman gerek!'' Toprağı var gücümle kazmaya çalışıyordum ama olmuyordu. Sanki kazdıkça toprak çoğalıyor gibiydi. Ölümün varlığı üzerinde git gide çoğalıyordu sanki.
''Sana ihtiyacım var, sana ihtiyacım var...'' Çamurlu ellerimde önüme düşen saçlarımı geriye doğru ittim. Tekrar parmaklarım toprak yığınına saplandığında omzumda güçlü bir el hissettim. Kim olduğunu bildiğimden aldırış etmeyip kazmaya devam ettim.
''Derin, yapma! Kalk hadi gidelim'' Beni engellemek için omzuma yerleşen iki eli hızla silkinip ittim. Uygar'ın ölümüne neden olan ellerin bedenime dokunması midemi bulandırıyordu.
''Derin...'' Elleri tekrar omuzlarımı tuttuğunda bir hışım ayağa fırladım. ''Çek o pis ellerini üzerimden Allah'ın belası!'' Çamurlu ellerimle göğsünden ittirdiğimde geriye doğru sendeledi. Eserine acıyan gözlerle bakıyordu. Harabeden bir farkı olmayan eserine...
''İyi bir adamsın, öyle değil mi?'' Histerik bir kahkaha atıp çamurlu ellerimle gözyaşlarımı sildim. ''Çok iyi bir insansın, öyle mi?'' Tek kelime etmeden karşımda öylece duruyor olması bende bağırıp çağırma hissi yaratıyordu ama içimde kükreyen acı dışarıya fısıltıya karışarak çıkıyordu artık. Yorulmuştum. Bedenim içimdeki harabenin yıkıntısını kaldıramıyordu. Zaten daha fazla dayanamayıp dizlerimin üzerine çöktüm. Bu sırada bana doğru bir adım attığında elimle durmasını işaret ettim. ''İyi bir adamsın öyle mi Hakan Uyar...'' diye fısıldadım ellerim dağıttığım tümseğe tekrar giderken.
''Sen leşini kargaların bile yemeyeceği, her yanı kana bulanmış kötü bir piçsin''
''Derin!''
''Sen, anne ve babasının bile bakmaya tenezzül etmeyip yetimhaneye bıraktığı aşağılık bir piçsin'' Fısıldıyordum ama sanki çığlıklarım onu mahvediyormuş gibi yüzünü buruşturmuştu.
''Kapa çeneni!'' diye bağırdı.
''Ne o, piç kurusu olduğunu duymak canını mı yaktı?'' Birden hareketlenip dibimde bitti ve saçlarımı sert bir şekilde avuçlayıp başımı geriye doğru çekti. Bu yaptığına tepkisiz kalıp ifadesiz gözlerle gözlerine baktım. Onun gözleri ise duygu patlaması yaşıyordu resmen.
''Sana o lanet çeneni kapat dedim'' diye bağırdı, sıktığı dişlerinin arasından. Bir süre o pozisyonda durduk ve öylece gözlerine baktım. ''Kimse...'' dedim gözyaşlarım çenemi sıkan ellerinin üzerine süzülürken. ''...Ama kime seni hiçbir zaman sevmedi ve sevmeyecek de. Dünyanın kanunu bu, Hakan Uyar. Kötü adamlar sevgisizliğe mahkûmdur.'' Söylediklerimin onun canını yaktığını biliyordum. Yine de şu an benim kadar acı çekmiyor olması ona olan öfkemi körüklüyordu.
Sinirle çenesi kasılırken çenemi kırmaya yemin etmiş gibi sıkan parmakları gevşedi. Gözlerindeki nefrete bir sis çökerken saçımdaki elleri de gevşedi ve geriye doğru yalpaladı. Sanki bir şey söyleyecekmiş gibi aralanan dudakları kenetlendi ve sertçe yutkunup hızla yürümeye başladı.
''Üç dakika içinde arabaya getirin'' diye bağırdı, biraz ilerimde bekleyen iki adama. Arkasından öylece bakarken sıktığım yumruklarımı gevşettim. Her yerime bulaşan toprağa gözlerimi çevirdim. Başucundaki tahta parçası öne doğru eğilmişti. Ellerimi çırpıp tahtayı geriye doğru düzelttim. Üzerinde yazılı olan iki kelimeyi sanki yeni görüyormuşum gibi boğazımda tekrardan bir acı kabardı.
''Uygar... Özür dilerim.'' Okşadığım tahta parçası bir mermerin soğukluğundan daha çok titretirken ellerimi alnımı toprağa yasladım. ''Her şey için...'' Parmaklarım boynumdaki kolyeye uzandı. Hala onun parmak izleri vardı üzerinde. Sanki onu hissedebilecekmiş gibi çocuksu bir umutla kolyeyi okşadım. ''Yolun sonunun böyle olacağını bilseydim yürümene hiç izin vermezdim.''
''Derin Hanım gitmemiz gerek'' Hemen arkamdan seslenen adamı umursamayıp tahta parçacına küçük bir öpücük kondurdum. ''Yolumun sonunun böyle olacağını biliyorum ve ben senin için yürüyeceğim.''
''Derin Hanım...''
''Seni seviyorum.'' Varlığıyla bana her zaman güç olmuştu. Fakat bu sefer yokluğundan güç alarak ayağa kalktım. Her şey bittiğinde yolun sonunda onun olduğunu bilmek bile dayanmam için bir sebepti. Bir insanın varlığıyla hayata tutunmuşken yokluğuyla da tutunabiliyor olmam onun büyüsüydü. Ya da bana işlediği sevgisinin sonsuzluğuydu. Her ne olursa olsun benimleydi işte. Her şeye rağmen gölgemdi...
Yarım saattir yoldaydık. Kimseden en ufak bir ses çıkmıyordu. Arabayı Hakan kullanıyordu ve şu an gözlerimin bağlı olmasına şükrediyordum. Yüzünü görmeye tahammülüm yoktu. O da aynı duygular içerisinde olacak ki arabayı kendi kullanmaya karar vermişti. Daha ne kadar gidecektik bilmiyordum ama adamlardan birinin arabayı kullandığı süreden daha çabuk gideceğimiz kesindi. Çünkü arabayı o kadar hızlı kullanıyordu ki oturduğum yerde kaslarım geriliyordu.
Arabanın hızının düştüğünü hissetmeye başladığımda birden durduk. Fren sesi uzun süredir devam eden sessizliği baltalarken gözlerimdeki bandı çıkarıp arabanın içine fırlattım ve hepsinden önce arabadan indim. ''Bekle!'' Fazlasıyla despot bir ses tonuyla arkamdan seslendi. Fakat aldırmadım hatta hızımı daha da arttırarak aradaki mesafeyi açmaya çalıştım. ''Deniz'i tekrar uyutmamı istemiyorsan bekle'' diye bağırdı. Beni nasıl durduracağını ya da harekete geçireceğini lanet olsun ki çok iyi biliyordu. Deniz'i öne sürünce mecburen durup arkamı döndüm. On metre kadar ilerimdeydi. Durduğumu görünce yavaş adımlarla yürümeye başladı. Bu adamın bana âşık olduğu düşüncesini kabullenemiyordum bile. Hakan gibi duygusuz bir yaratık aşkı nasıl hissedebilirdi ki?
''Ne söyleyeceksen çabuk söyle.'' Sesini duymaya bile tahammülüm olmadığı halde bir de zırvalıklarını dinleyecektim şimdi. Gözlerimi gözlerinden kaçırdığımda parmakları birden koluma dolandı ve beni kendine doğru çekti. Bu ani çıkışını beklemediğimden bedenim onun bedenine sertçe çarptı.
''Bir daha sakın...'' dedi dişlerini gıcırdatarak. ''Sakın beni kışkırtmaya kalkma! Senin şımarıklığının bedelini başkaları ödemek zorunda kalır haberin olsun.'' Koluma sapladığı parmaklarını gevşetirken beni öne doğru ittiğinden sendeledim. Arkasından öylece bakarken durup döndü. ''Bugün gördüğün o saadet tablosundan birini daha söker çıkartırım. Yaparım bunu, emin ol'' dedi ve tehditkâr bakışlarını üzerimden çekip eve girdi. İyi bir insan olduğunu düşünüp ağzından çıkan her bir kelimeyle kötülük saçması da ayrı bir yeteneğiydi. Yine de ''yaparım'' dediğini yaptığı için onu ciddiye almam gerek gibi hissediyordum.
Evin kapısından girer girmez beni karşılayan iki çift meraklı göz vardı. Rain ve Deniz. Rain etrafımda fır dönmeye başladığında Deniz nasıl olduğumu tartan bakışlarıyla beni süzüyordu. ''Bu halin ne?'' diye şaşkın bir şekilde sorduğunda yemek masasının karşısında duran aynadan kendime baktım. Her yerim çamur içindeydi. Saç örgüm darmadağın, gözlerim şiş ve kıpkırmızı... Bitmişliğin tablosu hiç bu kadar güzel sergilenemezdi sanırım.
''Bir duş alsam iyi olacak'' diyerek yanından geçip odaya doğru yürümeye başladım. Daha fazla yüzüne bakmak istemiyordum çünkü bu bendeki ağlama hissini arttırıyordu. Sessizce banyoya girip kapıyı kilitledim. Üzerimdeki çamura bulanmış giysileri çıkarıp duşun altına girdiğimde tenimde kuruyan çamurlar çözülmeye başladı. Ellerim... Tırnak diplerime dolan toprak... Uygar'ın tenimdeki parmak izleri yok oluyordu sanki. Ondan bana kalanlar suyla birleşip akıyordu. Yüzümü okşayan, ellerime hapsolan kokusu yerini bir avuç toprak kokusuna bırakmıştı. Artık hatırlamadığım kokusunun yerini vücudumdan hiçbir suyun silemeyeceği toprak kokusu almıştı. İnanmak hala imkânsız gibi geliyordu ama Uygar artık yoktu. Artık sadece içimdeki küçük dünyada tutunduğum son dalın gölgesiydi.
Üzerimdeki bornoza sıkıca sarılıp odaya çıktığımda Deniz görünürde yoktu. Fırsattan istifade hemen üzerimi giyinip yatağa girdim. Hava soğuk değildi hatta oldukça sıcaktı ve üşümüyordum ama titriyordum. Yine de çarşafımı boynuma kadar çekip gözlerimi yumdum. Bu sırada odanın kapısı açılınca gözlerimi araladım. Deniz kucağında bir tepsiyle birlikte odaya girdi ve göz göze geldiğimizde samimiyetle dudakları büküldü.
''Sabah evden çıkarken bir şey yememiştin'' Arabasını yatağın yanına sabitlediğinde kucağındaki tepsiyi uzattı. Hiç iştahım yoktu ama yine de doğruldum. Çorba ve iki dilim ekmeğin olduğu tepsiyi elinden alıp yandaki komodinin üzerine koydum. ''Canım bir şey istemiyor'' O kadar çok bağırmıştım ki sesim çatallaşmıştı. ''Yine de sağ ol'' diyip öksürdüm. ''Olmaz'' diyerek tepsiyi eline aldı ve önüme koydu.
''Bak, ne oldu diye sormayacağım çünkü iyi görünmüyorsun. Bu yüzden bir iki lokma bir şeyler ye ki ardından şunları içebilesin.'' Tepsinin kenarındaki iki küçük hapı işaret etti. Muhtemelen sakinleştirici haplardı. Hiç istemeyerek de olsa kaşığı elime aldım ve çorbanın içine daldırdım.
''Mutluydular biliyor musun?'' dedim kaşığı çorbanın içerisinde gezdirirken. Kafamı kaldırıp yüzüne baktığımda konuşmama şaşırmış olmasının yanında ''kim?'' der gibi bir ifadeyle bakıyordu.
''Arkadaşlarım...'' Bunu ilk defa dile getirdiğimi fark edince duraksadım. Arkadaşlarım... Hiç hesapta yokken hayatıma dâhil olan ve gerçekten sevdiğim insanlar... Hiçbirine zarar gelmesin diye Hakan gibi bir pisliğe boyun eğmek zorunda kaldığım insanlar...
''Beni öldü olarak biliyorlar. Uygar desen...'' Elimdeki kaşığı tepsinin kenarına bırakıp sırtımı duvara yasladım. ''Hepsini gülerken görmek biraz olsun içimi rahatlattı. Hala hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyor olmaları güzel bir şey'' Karmakarışık duygular içerisinde doğru kelimeleri bulmak o kadar zordu ki ne hissettiğimi ifade edemiyordum.
''Mutlu olmaları güzel bir şey fakat...'' Konuşmakta zorlandığımı fark edince önümdeki tepsiyi alıp kenara koydu ve arabasını biraz daha yakınlaştırdı. ''İstersen biraz uyumaya çalış.''
''Fakat'' dedim dediğini duymazdan gelerek. ''Uygar'a bir mezar taşı bile yaptırmayı unutacak kadar çabuk normal hayatlarına dönmeleri canımı acıttı. Ben üç beş aydır hayatlarında olan bir insanım, beni boş ver ama Uygar... Çocukluk arkadaşlarının böylesine umursamaz davranmaları beni çok üzdü.'' Şu durumda söylenecek bir söz yoktu. Deniz de bunun farkında olduğundan susmakla yetindi ve elini dizime koyup sıvazladı. ''Her şeye rağmen şuradan kurtulmak için benden daha umutlu olman gerek'' diyerek burnumu çektim. Çoktan gözlerim dolmuştu bile.
''Nedenmiş o?'' diye sordu.
''Seni bekleyen bir annen ve baban var çünkü. Bir de bana bak. Her şey bitip buradan kurtulduğumuzda elinde oyuncak ayısıyla yetimhane önüne bırakılmış küçük bir kız çocuğundan ne farkım olacak?''
''Benimle gelirsin'' dedi birden. Yüzüne öylece baktığımda omuz silkti. ''Eğer buradan kurtulursak seni yalnız bırakacağımı mı sanıyorsun? Annemi de alırız gideriz kimsenin bilmediği bir yere yeni bir hayat kurarız. Her şeye yeniden başlarız. Mutlu olmaya çalışırız.'' Bunları söylerken gözlerindeki umuda şahit olmak ne güzeldi. Onun için hala bir umut vardı. Bense Little Man'e yaşadığımı haber verdikten sonra dünyanın herhangi bir yerinde kimsenin tanımadığı sıradan bir insan olmaktan başka bir şey düşünmüyordum. ''Şu olanlardan sonra kimsenin hayatına dâhil olmak istediğimi sanmıyorum. Hayatına dâhil olduklarımın akıbeti ortada'' Çarşafın kenarını çekip yüzümü kuruladım.
''Hadi ama!'' diyip arkasına yaslandı. ''Sana her şey yoluna girecek diyemem ama söz veriyorum yeniden mutlu olabilmen için ne gerekiyorsa yapacağım.'' İyi hissetmem için şu an bile çabalıyordu ama gözlerim ellerimdeydi. Tırnak diplerimde hala toprak vardı. Uygar'ın kokusu...
''Bunu yapmaya mecbur değilsin.'' Ellerini havada gelişi güzel sallayıp susmayı işaret etti. ''Ben zamanı gelince ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Şimdi boş ver bunları ve biraz dinlenmeye çalış.'' Sadece başımı sallamakla yetinebildim. Tutunduğu dalı baltalamaya lüzum yoktu. Sessizce yastığımı çekip duvarın kenarına kıvrıldım. Titrememin geçtiğini yeni fark ediyordum. Konuşmak biraz gevşetmişti vücudumu.
Deniz bahçe kapısına doğru yönelirken ellerimi birbirine kenetleyip başımın altına koydum. Gözlerimi kapamaya korkuyordum. O koca karanlığın ortasında beliren, iki kelimeyle bir ömrün sığdırıldığı tahta parçası beni kıyısında durduğum uçurumdan atlamaya itiyordu. Hakan'a doğrultulan bir silahın benim göğsümde patladığı an yüzünde oluşan o korku dolu ifadeyi hafızamdan kazıyıp atamıyordum. Her şey o kadar saçmaydı ki. Beni hayata döndüren duyguyla yine beni hayattan koparan duygunun aynı olması çok saçmadıydı. Aşk... İki farklı insanın da ruhunda filizlenen bu duygu nasıl oluyor da birinde yaşatmaya birinde öldürmeye programlanmış bir silaha dönüşebiliyordu? Tüm bu yaşananların sebebi Hakan'ın bana duyduğu aşk mıydı yani? Her şeyi yakıp yıkacak kadar bana âşık olduğunu iddia eden bir insan neden Deniz'in annesiyle birlikte olup bir de ondan çocuk sahibi olabiliyordu? Hayır, inanmıyordum. Hakan'ın tüm bunları bana olan aşkı için yapmış olması çok yetersiz kalıyordu. Başka bir nedeni daha olmalıydı. Yok pahasına insanların canına kastetmesine neden olacak daha güçlü bir neden...
Düşünmek istemiyordum. Ama cevaplanması gereken o kadar çok soru, önümde kilitli duran o kadar çok kapı vardı ki düşünmeden edemiyordum. Deniz'in bahsettiği o cd'le muhakkak bu evin içerisindeydi. Tabi hala imha edilmediyse. Eğer Hakan hala elinde tutuyorsa o cd'leri bulmam gerekti. İçimden bir ses cd'lerle birlikte kilitli olan bazı kapıların açılacağını söylüyordu. Dayanamayıp yattığım yerden doğruldum. Boş boş bekleyecek zamanımız yoktu. Bir an önce bir şeyler bulmamız gerekiyordu.
''Nereye'' Deniz'in yönelttiği soruyu yanıtsız bırakıp sessizce odanın kapısını açtım ve kafamı yavaşça dışarı uzattım. Görünürde kimse yoktu. ''Ne yapıyorsun sen?''
''Öylece oturup bekleyemem. Bir şeyler bulmam lazım'' diye fısıldadım ve dışarı çıktım. Hakan'ın dalkavuklarına görünmeden yukarı kata çıkmam gerekiyordu. Hızlı ve sessiz bir şekilde merdivenleri çıkıp Hakan'ın odasına yöneldim. Çalışma odasının önünden geçerken içeriden Hakan'ın sesi geliyordu. Biriyle telefonda görüşüyordu ya da yanında biri vardı. Ama şu an için önceliğim cd'leri bulmaktı.
Odanın kapısını olabildiğince yavaş açıp içeri girdim. Karıştırılacak çok bir yer yoktu. Hatta bu odada bulabileceğim pek bir şey olduğunu sanmıyordum. Ne saklıyorsa büyük ihtimal ofisinde saklıyordu. Yine de bakmaktan zarar gelmeyeceğinden yatağının hemen yanındaki üçlü komodinin ilk çekmecesini açtım. Bir ilaç kutusu, üç beş tane işime yaramayacak kâğıt ve bir kalemden başka bir şey yoktu. Bir sonraki çekmecede önceden gördüğüm tapular ve senetler vardı. Son çekmece ise boştu.
Bir yandan etrafa bakınırken bir kandan da gözüm kapıdaydı. Beni burada görmesi bardağı taşıran son damla olabilirdi. Biraz daha çabuk hareket edip kıyafet dolabına yöneldim. Gömleklerin altına çekmecelere hatta dolabın üstüne bile baktım fakat hiçbir şey yoktu. ''Hadi ama!'' diye söylendim kendi kendime. En ufacık bir ipucuna dahi razıydım.
Televizyonun yanında duran mini içki dolabının altındaki kapaklı yeri açtım. Büyük deri bir kutu görünce kalp atışlarım hızlandı. Kutuyu kendime çekip kapağını telaşla açtım. Karşılaştığım manzara karşısında neye uğradığımı şaşırıp olduğum yere oturdum. Yüzlerce fotoğraf vardı ve her bir karede de ben bulunuyordum. Ne zaman çekildiklerini dahi bilmediğim geçmişimden koca bir yığın duruyordu önümde. Bir de onlarca cd... Her birinin üzerinde adım soyadım ve bir tarih yazıyordu. Hepsini elime alıp teker teker baktım. Çoğu bir yıl öncesine ya da iki yıl öncesine aitti. İçlerinde bana ait görüntüler olduğu aşikârdı. İçlerinden dört tanesini alıp diğerlerini kutunun içerisine attım ve fotoğrafların bir kısmını elime aldım. Bunların çoğu da bir ya da iki yıl öncesine ait gibi görünüyordu. Elimdekileri kenara koyup kutudan biraz daha fotoğraf aldım. Sanki yıllar önce yazdığım günlüklerimi tavan arasında bulmuşum gibi hissediyordum. Gülerken, suratım asıkken, ailemle yemek yerken, kitap okurken, arabaya binerken hatta Little Man ile yemek yaparken çekilmiş bir sürü fotoğraf...
Elimdekileri kutunun kenarına bırakıp geri çekildim. Tüm bunlar kaldırılması ağır bir yüktü omuzlarımda. O gün restoranda Hakan'ın yemek masasına davet edildiğimizde gözlerimin içine bakıp gülümserken bugünümü nasıl yakıp yıkacağını kafasında kurduğunu nereden bilebilirdim? Elini babamın omzuna atıp kahkaha atarken, anneme iltifatlar yağdırırken aslında onların ölümünü planladığını nereden bilebilirdim? Her gün peşimde avını avlamak için pusuya yatan bir kaplan gibi dolaştığını bilmezken bugün tam da onun istediği gibi buradaydım. Hayalini kurduğum geleceğin kanı parmaklarında kurumuşken adına aşk dediği ölüm şerbetini altın bir kadehte ölüme sunup benden onu içmemi bekliyordu. Kazanmıştı. Evet, bunu inkâr edemezdim. O bedende taşıdığı iblis ruhunun pençelerini önüne gelene saplayarak istediğini elde etmişti. Fakat bunu yaparken bir şeyi hesaba katmayı unutmuşa benziyordu. Günden güne öldürdüğü bu bedenin içindeki ruhum onun sandığı gibi kozadaki bir tırtıl değildi artık. Kozasındayken öldürdüğünü sandığı tırtıl çoktan kelebeğe dönüşmüştü. Ve bu kelebek tek bir gün yaşayacağını çok iyi biliyordu. Kanatlarını hem ölmek için hem de öldürmek için çırpacaktı.
Fotoğrafları kutunun içerisine geri koyup aldığım dört cd'yi eşofmanımın beline sıkıştırarak odadan çıktım. Bacaklarım uyuşmuştu. Beynim de öyle. Kendimi öldürmeye programlanmış bir makine gibi hissediyordum. İçimde harlanan bu ateşin kontrolünü elimde tutmakta zorluk çekiyordum şu an. Böyle biri değildim. Böyle bir insan olmayı hiç istemezdim. Her şey bittiğinde belki de Hakan'dan bir farkım kalmayacaktı. Ama bunu bile önemsemiyordum artık. Ben en azından masum birinin değil masum olan onlarca insanın canına kastetmiş bir yaratığın ölümüme neden olacaktım.
''Yüzün kireç gibi olmuş. Bir şey mi buldun yoksa'' diye sordu Deniz odaya girdiğim anda. Koşmuş gibi soluk soluğaydım. Göz bebeklerimin büyüdüğünü hissedebiliyordum. Sorduğu soruya yanıt olarak belime sıkıştırdığım cd'leri çıkarıp gözlerdim. ''Bunlar gibi onlarcası daha vardı'' diye ekledim. Yüzüne yayılan endişeyle bana doğru gelmeye başladı. ''İçinde ne olduğunu nasıl öğreneceğiz?'' İşte şu an asıl düşünmem gereken de buydu. ''Bilmiyorum. Bilgisayarını kullanmak istediğimi söylersem neden istediğimi hemen anlar'' Elimdeki cd'leri alıp üzerindeki yazılara baktı.
''Anlaşılan cd'ler seninle ilgili. Seninle ilgili kime ne gibi şeyler yollamış olabilir ki bunların içinde?'' Soruyu sorduğu anda odanın içerisinde dönüp durmayı bırakıp yüzüne baktım. O da bana bakıyordu ve ikimizin de aklından aynı şeyin geçtiğine emindim. ''Annen'' Dile getirmeye korktuğum şeyi söylediğinde derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım.
''Bilmiyorum. Annemin yaşıyor olma ihtimali beni nedense korkutuyor. Nasıl böyle bir şey mümkün olabilir ki?'' Eğer annem yaşıyorsa o gün o arabadaki üçüncü ceset kime aitti? Mezarlıkta babam ve ablamın yanında yatan beden kimindi?
''Annenden başka kime seninle ilgili bir şeyler göndermiş olabilir ki? İnanmak istemiyorsun, sana yine yalan söylediğini düşünüyorsun biliyorum ama başka bir mantıklı açıklaması yok.'' Onun için bunları demesi basitti. Haklı veya haksız olduğunu söyleyemiyordum ama Hakan'ın anneme benimle ilgili cd'ler göndermesi, annemin Hakan gibi biriyle bağlantı içerisinde olması ve beni içinde bulunduğum şu durumda yalnız bırakması çok saçma geliyordu. Düşünmek bile istemiyordum ama Deniz'in annesi gibi tutsak edilmiş olabilirdi de. Tabi eğer gerçekten yaşıyorsa.
''Tüm bu sorulara cevap bulmak için bunları izlememiz gerekiyor'' diyip elindeki cd'leri aldım. Yatağıma geçip uzandığımda ne yaptığımı anlamayan gözlerle beni izliyordu. Cd'leri yastığımın altına koyup üzerimi örttüm. ''Doktoru çağır ve ona ben uyuduğum için çok sıkıldığını izlemek için film olup olmadığını sor. Eğer şüphelenirse sosyal medya hesaplarının olmadığını sadece film izlemek istediğinde ısrarcı ol. Hatta birlikte izlemeyi teklif et.'' Ciddileşen bakışlarıyla bir süre durup kapıya yöneldi. İşe yarar bir plan olmasını umuyordum yoksa başka türlü bilgisayara ulaşabilmemiz çok zordu.
Kapıya yanaşıp doktora seslendi ve geri odaya girdi. Çok geçmeden odaya yönelen topuklu ayakkabıların sesi gelmeye başladı ve gözlerimi yumup uyuma taklidi yaptım.
''Bir sorun mu var?'' diye sordu Doktor Duygu. Ardından Deniz sıkıntılı bir iç çekti. ''Verdiğiniz haplar yüzünden uyudu. Kim bilir ne zaman uyanır.'' Sessizce konuştuğunda doktorun gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. ''Canım sıkılıyor bu evde uğraşacak bir şey yok mu? Film izleyebileceğim bir bilgisayar falan var mı?'' İçimden resmen dua ediyordum. Bu numarayı yutması bizim tek şansımızdı.
''Olmaz. İnterneti kullanmana izin veremem'' Sesindeki kararlılık yüzünden çenem kasılırken gözlerimi açmamak için kendimi sıktım. ''Dvd'den izlesem?'' diye şansını zorlamaya başladı Deniz. ''Olmaz, mümkün değil.'' Zaten öfkeden alev alan vücudum bir de doktorun inadı yüzünden kaskatı kesilmişti.
Deniz'in tekrar sıkıntıyla nefes alıp verdiğini duydum. ''Şöyle yapalım o zaman. İnternet bağlantısını kesin ve bir tane film getirin. Hatta birlikte izleyelim. Bunda da bir sakınca yok öyle değil mi?'' Bir süre sessizlik oldu. Bu sessizlik iyiye işaretti. İkna etmenin kıyısındaydık.
''Tamam. Benim laptopumu getireceğim. İçerisinde birkaç tane film var zaten.'' Uzaklaşan topuk seslerinin ardından bedenim gevşerken gözlerimi açtım. Deniz ''görev başarı ile tamamlanmıştır komutanım'' diye fısıldayıp göz kırptı ve yatağına yöneldi. Çok geçmeden odanın kapısı tekrar açıldı. Kısa bir süre sessizliğin ardından bilgisayarın açılma sesi duyuldu.
''Al bakalım. İnternet bağlantısını kestim. Filmler de şu dosyada''
''Teşekkür ederim. İzledikten sonra ben size geri getiririm.'' Odanın kapısı kapandığı anda yastığın altındaki cd'leri alıp yataktan fırladım. Deniz'in yüzüne bir zafer gülümsemesi yayılmıştı ama benim çatık olan kaçlarım normal haline hala dönememişti. Cd'de göreceklerim beni tedirgin ediyordu.
''Hazır mısın?'' diye sordu, elimdeki cd'lerden birini alıp laptopa takarken. Değildim ama bunu ona söylemeyip sessiz kaldım. Cd haznenin içerisinde birkaç saniye döndükten sonra ekran karardı ve birinin nefes alıp verişleri duyulmaya başladı. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki şiddeti kulaklarıma basınç yapıyordu.
''Hah, evet!'' diye biri konuştu bir anda. Hakan'ın sesiydi bu. Ardından ekrana bulanık bir görüntü geldi ve kameranın önündeki el odağı ayarladıktan sonra çekildi. Ekrana yansıyan görüntü deli gibi çarpan kalbimin sesini bile bastırdı. Deniz'in bana bakan şaşkın gözlerini hissedebiliyordum ama ben ekrandaki aciz görüntüme odaklanmıştım. ''Nerede kalmıştık?'' diye tekrardan konuşmaya başlayan Hakan'ın sesinde o her zamanki mide bulandırıcı ukala tını vardı. Beni kaçırdığı günlere ait bir videoydu bu. Baygındım ve üzerimde sadece iç çamaşırlarım vardı. Kollarımda ve bacaklarımda oluşan morluklar net bir şekilde görülebiliyordu. Bu görüntüler beni günlere tekrar götürürken tişörtümün uçlarını avuçladım.
''Bakalım burada kim varmış?'' Görüntüye Hakan da girdiğinde nefesimi tuttum. Aciz görüntümün verdiği acının yanında Deniz'in bu görüntüleri izliyor olması utanmama neden oluyordu. O ise şaşkın bir şekilde ekrana kilitlenmişti.
Boş odanın içerisindeki tek eşya yatırıldığım sedyeydi. Hakan sedyenin yanına yaklaşıp darmadağın olmuş saçlarımda parmaklarını gezdirdi. Daha ileriye gidecek olduğu düşüncesi gözlerime kara bir perde çekerken Deniz'in sandalyesinin kenarına tutundum. ''Derin!'' diyip telaşla bana döndü Deniz. ''Tamam, yeter bu kadar izlemeyelim artık'' dedi ve videoyu dondurdu. ''Hayır'' diyerek hemen karşı çıktım. ''Derin...''
''Deniz oynat şu videoyu. Yüzleşmeye mecburum'' Bir süre yüzüme öylece baktıktan sonra önüne döndü ve videoyu başlattı. Evet, izlemesi çok zordu. Dayanılacak gibi değildi ama geçmişimle yüzleşmezsem geleceği bulamayacaktım.
''Her şeyden habersiz nasıl da melek gibi uyuyorsun'' diye konuşmaya devam etti Hakan. Bir süre daha saçımı okşadıktan sonra bir anda kaşları çatıldı ve yüzüme sert bir tokat attı. O anda baygın olduğum için bunu hissetmiyordum fakat hatırlıyordum. Orada kaldığım o on beş gün içerisinde bayıltıldığım her andan sonra dayanılmaz ağrılarla uyanıyordum.
Bir an gördüklerim karşısında yutkunamazken attığı tokadın şiddeti gözlerimin geçmişimi puslandırmasına neden oldu. Tokadın ardından saçlarımı avuçlayıp ekrana öyle büyük bir nefretle baktı ki o an sanki göz göze bakıyormuşuz gibi çenem kasıldı.
''Bak!'' diye bağırdı. ''Senin yüzünden bu halde. Senin yüzünden acı çekmek zorunda'' Saçımı sertçe bırakıp kameraya yaklaştı. Kimden bahsediyordu? Beni, bana olan saplantısı yüzünden kaçırmış olması gerekiyordu. ''Tatlım'' dedi kameraya bir deli gibi bakarken. Sahte bir şirinlikle gülümsedi. Kusacak gibi hissediyordum.
''Tatlım'' diye yineledi. ''İnadın yüzünden onu her hecen gün ölüme bir adım daha yaklaştırıyorsun.''
''Lanet olsun kimden bahsediyor bu?'' diye dişlerimin arasından fısıldadım. İşlerin rengi iyice değişiyordu ve ne olduğuna anlam veremiyor olmam delirmenin kapılarını zorlatıyordu bana.
''Sana verdiğim süre daralıyor. Elini çabuk tutsan iyi edersin'' dedi ve iğrenç suratının yerini eline bıraktı ve ekran karardı. Büyük bir savaştan sağ çıkmayı başaran iki savaşçı gibi bomboş gözlerle birbirimize baktık. O da ne olduğuna anlam verememişti benim gibi.
''Zaten kafamız allak bullaktı daha beter arap saçına döndük anasını satayım!'' Bir hışım cd'yi çıkardı ve yatağın üzerine fırlattı. Ellerimle yüzümü kapatıp bir süre öylece bekledim. Hiçbir şey sandığım gibi değildi. En başından beri saplantılı bir sevginin kurbanı olduğumu sanıyorken işlerin tam da öyle olmadığını net bir şekilde görebiliyor olmam daha da dibe çökmemden başka bir işe yaramamıştı. Hakan farklı bir şeyin peşindeydi. Belki de peşinde olduğu şey için beni kendine bir kalkan olarak kullanıyordu. Sırf bana sahip olabilme isteği yüzünden Uygar'ın ölümüne neden olmuşken böyle bir şeyin olabilmesi nasıl mümkün olabilirdi?
''Diğerini tak.'' Uzattığım cd'ye tereddüt ederek baksa da kararlı olduğumu fark etmişti. Bu yüzden istemeyerek de olsa elimden aldı ve hazneye yerleştirdi. Açılması için beklediğimiz o ufacık anda bile yüzlerce ihtimalle doluydu beynimin içi. Bu sefer geçmişin hangi sayfalarının tozunu kaldıracaktık merak ediyordum. Ekran bir anda aydınlanınca dikkatimi topladım. Ekranda beton bir zemin vardı. Kamerayı tutan kişi yürüyordu. Attığı her adımda ekrana dâhil olan botları beton zeminde gıcırdıyordu. Bu rahatsız edici sese bir anda bir ıslık eklendi. İçimde oluşan boşluğa oluk oluk akan bu melodi uzun zamandır duymaya aç olduğum o melodiydi. Annemin bana sürekli piyano ile çaldığı o beste...
''Onu görmek için sabırsızlanıyorsun değil mi?'' Islık kesildiğinde konuşmaya başlayan Hakan'dı. Yürümeyi bırakıp bir anda durdu. Yere bakan kamera bir anda hareketlendi ve ekranın tamamını Hakan'ın o sevimsiz yüzü kapladı. ''Hadi o zaman, seni fazla merakta bırakmayalım'' dedi ve ekran bir anda karardı. Ne olduğunu anlamayan gözlerle ekrana baktığımızda ekran tekrar aydınlandı ve bu sefer kameranın açısında ben vardım. Okulun biraz ilerisinde bulunan bir kafede oturuyordum. Elimdeki kitabı masanın kenarına koyup arkamı yaslandım. Hakan o sırada kamerayı biraz daha yakınlaştırdı. Bu günü hatırlıyordum. Uygar'ı bekliyordum. Birazdan gelecekti ve saçlarımı karıştırıp karşımdaki sandalyeye oturacaktı. Sinirle kaşlarımı çatıp ona ''Kaç kere söyledim şunu yapma!'' diye söylenecektim.
Tüm bunları anımsarken titreyen ellerimi iki dizimin arasına sıkıştırıp yutkundum. Uzun bir aradan sonra Uygar'ın yüzünü görecek olma düşüncesi geçmişimde güzel günlerimin de var olduğunu hatırlattı.
''Ah, şu herif!'' dedi Hakan ve ardından ekrana Uygar dâhil oldu. Birden öne doğru atılıp videoyu durdurdum ve Deniz'in kucağından laptopu aldım. ''Neler oluyor?'' diye soran Deniz'e cevap verecek gücüm kalmamıştı. Titreyen parmakların ekrana uzandı. Muzip bir gülümsemenin yayıldığı kirli sakallı yüzünde parmaklarımı gezdirdim. Sanki onu hissedebilmem mümkünmüş gibi gözlerimi yumdum bir an. Birazdan saçlarıma dokunacaktık ve yerine otururken gülecekti.
Gözlerimi açıp videoyu başlattım. Elini bana doğru uzatıp saçlarımı karıştırdığında bir elim saçlarıma gitti ve gülümsedim. Vücudumun her yerinde ondan bir iz taşıyordum. Hiçbir şeyin silip atamayacağı sevgisiyle mühürlediği dokunuşları bana her zaman bir kalkan olacaktı.
''Bu o mu?'' diye sordu Deniz. ''Sevdiğin adam...'' Videoyu tekrar dondurup Uygar'ın gülümseyen yüzüne dokundum tekrardan. ''Evet'' diye fısıldadım. ''Sevdiğim adam.'' O kadar zordu ki bunu söylemek... Sevgisi hala benimleydi. Bunca kötülüğün içerisinde kalbimin bir taşa dönüşmesini, yosun tutmasını bu sevgi engelliyordu. Sevgisi hala yüreğimdeydi ama ellerimin arasındaki elleri artık yoktu.
''Çok şanslı bir adammış'' dediğinde gözlerimi ekrandan ayıramıyordum. ''Senin gibi güçlü bir kıza âşık olmuş.'' Ekrandan elimi çekip laptopu yatağı üzerine koydum. O sırada Deniz sandalyesini bana döndürdü ve her iki elini de dizlerimin üzerine koyup gözlerime baktı. ''Daha on dokuz yaşındasın Derin. Çoğu insana göre daha çocuk denecek bir yaştasın. Ama şu yaşına kadar o kadar çok şey yaşamışsın ki...'' Bunları ben de çok düşünürdüm ama şu an birisinin karşıma geçip bunları yüzüme söylüyor olması dikiş tutmayan karama kızgın bir demir basmıştı.
''Biliyorum bunları duymak sana acı veriyor ama duymalısın. Yaşadığın şeyler herkesin sırtlayabileceği kadar kolay şeyler değil. Herkesin dimdik ayakta durup göğüsleyeceği kadar kolay değil. Ama sen bunu yapabiliyorsun Derin. Bunca şeye rağmen yaşamaya devam ediyorsun. Savaşmaya, sana yapılanların hesabını sormaya devam ediyorsun. Kendinden vazgeçip sevdiklerin için savaşıyorsun.'' Boğazımda biriken acıyla omuzlarım iyice düştü. Sanki söylediği her bir kelime sırtımdaki yüke eklenip beni aşağıya çekiyordu. İçimde birikenler iki damla gözyaşı olurken Deniz hemen uzanıp yanaklarımı kuruladı. ''Güçlüsün Derin. Güçlü sandığın Hakan'dan bile daha güçlüsün. Acılarına eklediği acılarla onun üzerine yürüdüğünde hep daha güçlü olacaksın.'' Sözlerinin söyleyeceğim bütün kelimeleri yuttuğunu görünce dizime hafifçe yumruğunu vurdu ve gülümsemeye çalıştı. ''Daha şurada hayatıma gireli birkaç gün olmasına rağmen bana bile güç vermeye başladın. Daha ne olsun?''
''Sağ ol'' diyebildim çatallaşmış bir sesle. Elinden geldiğince yanımda olmaya ve bana destek olmaya çalıştığının farkındaydım. Bacakları yüzünden kendini işe yaramaz biri olarak düşünmesini asla istemezdim. Sonuçta o da neden bunları yaşadığını bilmiyordu ve onun da desteğe ihtiyacı vardı.