16. BÖLÜM

2.6K 137 29
                                    

                                                                                16. BÖLÜM
     Selam canlar! Size yeni bölüm getirdim. Güzel yorumlarınızla taçlandırın bölümü. Hadi iyi okumalar.

Bu bakışları biliyordum. Aşina olduğum, hatta son zamanlarda en çok rastladığım bakışlardı bunlar. Derinliğinde hayal kırıklığı barındıran, bilinenin aslında yanlış olduğunu öğrenmiş olmanın çaresizliğiyle susan bakışlardı bunlar.

''Derin, artık konuşacak mısın? Konuşmalısın çünkü sen sustukça kafayı yiyecekmişim gibi hissediyorum.'' Oturduğum sandalyeyi masaya biraz daha yaklaştırıp ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Mezarlıktan çıkıp bir yerlerde oturmak için Emre'yi ikna ettiğimden beri lafa nereden başlasam diye düşünüyordum ama hâlâ bir yol bulamamıştım. Bakışları beni sessizliğe itiyordu. Ağzımdan çıkabilecek tek bir yanlış kelimenin onun Uygar hakkındaki düşüncelerini yanlış yönde etkilemesinden korkuyordum biraz da.

''Derin?''

''Tamam,'' diyebildim sonunda dayanamayarak. Olan olmuştu artık. Susmam düşüncelerini daha kötü etkileyecekti bunu biliyordum. ''Emre öncelikle bu konuşma her ne olursa olsun aramızda kalacak tamam mı? Gerçeği öğrendiğini Uygar bilmemeli.''

''Ne dediğinin farkında mısın sen? Uygar, Gürkan amcayı öldürmüş ve bunu bizden bunca zaman gizlemiş. Bizden gizlemiş! Kardeşim dediği insanlardan. Hâlâ aklım almıyor,'' diyip yumruğunu masaya sertçe vurdu. Tepkisi çevredekilerin bakışlarını üzerimize çekince kendi kendini sakinleştirmeye çalışıp bana doğru eğildi. ''Hadi anlat. Anlat da gerisini sonra düşünürüz.'' Çaresizce gözlerinin içine bakıp yutkundum. ''Olayın olduğu gece Gizem Uygar'ı aramış. Ağlıyormuş ve Uygar'a gelmesi için yalvarmış. Uygar da kayıtsız kalamayıp apar topar babasının evine gitmiş. Eve girdiği anda yerde kanlar içerisinde yatan bir adam görmüş. Adam Gizem'in öz babasıymış. İçeriye doğru koştuğunda babasının Gizem'e vurduğunu görünce öfkelenmiş. Tabi babası Uygar'ı görünce her şeyi anlatmaya başlamış. Gizem'in kendi kızı olmadığını öğrendiğini, annesinin onu aldattığını bildiğini...'' Anlatırken o anları gözümde canlandırmadan edemiyordum. Ben anlattıkça Emre'nin gözlerinin kızardığını görmekse beni susmaya itiyordu.

''Sonra?'' diye sordu, sanki sonunu dinlemeye korkar gibi.

''Sonra Gizem o korkuyla bayıldığı sırada Uygar evden çıkmak için yürümeye başlamış ama babası bu sefer de annesi ile ilgili ağza alınmayacak şeyler söylemeye başlayınca elindeki silahı ona doğrultarak bağırmış. Nasıl olduğunu bile fark etmeden silah bir anda patlamış. Daha bunun şokunu bile atlatamadan babası yere yığılınca Gizem'i oradan çıkarmış. Sonrasını da biliyorsun işte. Polis çağırmış, araya birkaç tanıdığı sokup Gizem'in öz babasını öldürdükten sonra kendini öldürdüğü şeklinde olayları kayıtlara geçmişler. İsteyerek yapmamış yani Emre. Evet, ortada hukuki açıdan işlenen bir cinayet var fakat... Bilmiyorum. Ne desem bilemiyorum.''

''Aklım almıyor. Nasıl böyle bir şeyi gizler bizden? Polise mi ihbar edecektik sanki onu? Dostluğumuzu mu bitirecektik? Ne sanıyor bu herif?'' Kendini ne kadar sessizce konuşmaya zorlasa da içindeki öfkeyi bastıramadığından sesi git gide yükseliyordu. ''Kendince bunu saklamasının bir nedeni vardır. Size güvenmediği için ya da onu bırakıp gideceğinizi düşündüğü için susmuş olamaz Emre. Hem dön bir halimize bak. Hangimiz masumuz? Söylerken hâlâ inanmak gelmiyor içinden ama ben bile katilim. Üstelik Hakan'ı bile isteye öldürmüşken istemeyerek başka bir adamın ölümüne sebep olmuş bir katil.''
''Yine de...''

''Yine de ne Emre? Ne bekliyordun? Uygar'ın size gelip, Emre ben yanlışlıkla babamı öldürdüm bir el atın da gömelim, demesini mi?'' Bir an duraksadı. Birkaç saniye dediklerimi düşünür gibi oldu. Ardından elleriyle yüzünü kapatıp kendi kendine bir şeyler mırıldandı ve tekrar bana baktı. Daha sakin görünüyordu. ''Demek istediğim, beni asıl öfkelendiren böyle bir acı ile tek başına başa çıkmaya çalışması. Yanında olmamıza izin vermeyip o günden sonraki hayatını bile isteye boka çevirmesi. Ya sen hayatına girmiş olmasaydın? O zaman ne olacaktı?'' Bu soruyu ciddi bir şekilde yöneltince ne diyeceğimi bilemeyip öylece yüzüne baktım. Uygar'ın benden önceki hayatının nasıl olduğunu ara sıra düşündüğüm olmuştu. Fakat bu güne kadar ben hayatına girmeseydim ne halde olurdu diye hiç düşünmemiştim.

''Ne olurdu ben söyleyeyim sana'' dedi, benden bir yanıt gelmeyeceğini anlayınca. ''Biz tüm bunlardan habersiz bir şekilde o herifin her geçen gün kendini ölüme bir adım daha yaklaştırdığına seyirci kalacaktık. Alkol komasına girmeyi istercesine içki içmesine, Gizem'in zaten bozuk olan psikolojisini daha da bozmasına, yaşadıklarını susup içine atmasına her gün öylece bakacaktık. Belki de en son kendinin katili olduğuna şahit olacaktık.''

''Ama olmadı'' diyerek atıldım hemen. Söylediklerini gözümde canlandırmak dahi istemiyordum. Uygar'ın kendi kafasına dayadığı bir silahı hiç düşünmeden ateşlediğini düşünmek bile beni dibe çekecek kadar korkunçtu. ''Olmadı'' diye fısıldadım. ''Belki de o son söylediğin Uygar ile tanışmasaydım benim için de geçerli olacaktı ama bir mucize oldu işte. Yollarımız hiç beklenmedik bir anda aslında tam da zamanında kesişti. Bu yüzden sana yalvarıyorum bu konuştuklarımız bu masada kalsın. Uygar şu an mutlu ve ben onu olumsuz yönde etkileyecek en ufak bir şey bile olsun istemiyorum. Şu saatten sonra hak ettiği tek şey mutluluk. Bunu sen benden daha iyi biliyorsun Emre.'' Bu durumu Uygar ile konuşmaya niyetli olduğunu bilsem de söylediklerim sonunda onda caydırıcı etki yaptı ve başını sakince salladı. ''Tamam haklısın. Bu konuyu burada kapatıyoruz ama bir şartla.''

''Ne şartı?''

''Başka bilmem gereken bir şey var mı? Eğer varsa söyle.'' Evet vardı. Hatta ona olayları anlatırken bile annesi ile ilgili gerçek de aklımın içinde bir tilki gibi sinsice dönüp duruyordu. Lakin yapamazdım. Evdekiler durumu biliyor olsa da şu an Emre'ye Uygar'ın annesinin de ölümüne sebep olduğunu açıklayamazdım. Bu kadarını anlatacak gücüm kalmamıştı. ''Yok,'' dedim o yüzden. Ona yalan söylemek beni hep üzen bir durum olmuştu, şu an da üzüyordu ama başka çarem yoktu. Eğer anlatmak isterse Uygar ona ve diğerlerine anlatırdı zaten.

O andan sonra otele geçene kadar hiç konuşmadık. Duş aldıktan sonra restorana geçmeye karar verip odalarımıza geçtik. Henüz mezarlıkta yaşadığım dakikaların şokunu atlatamamışken bir de aptallığımın sebep olduğu ikinci bir sorun yüzünden neredeyse kalbim duracaktı bugün. Neyse ki aptallık yaptığım anda yanımda olan kişi Emre'ydi. Onun anlayışı sayesinde sorunu büyümeden konuşup halletmiştik. En azından şimdilik...

''İyi görünmüyorsun. İstersen otelde kalalım.'' Asansörün aynasına dönüp kendime baktım. Gerçekten de iyi göründüğüm söylenemezdi. Gerçi dönüp ona baktığımda onun da benden geri kalır yanı yoktu ama ortamı kurtarabilirdim. ''İyiyim,'' dedim bu yüzden. Biraz daha inandırıcı olması için de hafifçe gülümsedim.
''En kötü oyuncu Oscar'ı bu akşam senin, Siyah Başlıklı Kız,'' diyip acır gibi suratıma baktı. Onun da bu konuda Uygar'dan geri kalır yanı yoktu. İkisi de bana karşı tam anlamıyla külyutmaz olup çıkıyorlardı.

''Oturup ağlamamı izlemektense sahte gülücüklerime katlanman daha kolay olur bence. O yüzden idare edin Emre Bey.'' Ona bey diye hitap etmem bir anlık yüzünü güldürdü ve kolunu omzuma atıp yürümeye başladı. ''Uygar aradı mı?''

''Odadayken aradı. Yarım saat nasihat verip durdu. İçi hâlâ rahat değil.''

''Bırak da olsun o kadar. O şerefsizi hallettik derken bir de Çağla çıktı başımıza. Hoş, bunca zamandır sesi soluğu çıkmıyor ama bana sorarsan onu asıl tedirgin eden de bu.'' Ben de tam da Emre gibi düşünüyordum. Çağla ile yüzleştiğimiz günün üzerinden bu kadar zaman geçmişti ama en ufak bir hamle dahi yapmamıştı. İyi tarafından bakıldığında pes edip hayatını yaşamaya karar verdiğini düşünmek istiyorduk ama onca yaşanılandan sonra kötü tarafından bakmak alışkanlık haline geldiğinden en güçlü hali ile karşımıza çıkmak için hazırlanıyor diye düşünüyorduk. Ve muhtemelen ikinci seçenek yaşadıklarımıza en uygun senaryoydu.

''Haklısın,'' diyip konuyu geçiştirmeye çalıştım. Ardından telefonumu çıkarıp Little Man'e mesaj yazmaya başladım. Emre'nin gerçekten keyfi yoktu. Little Man ve ikisinin atışmaları beni güldürse de bu gecelik buna mani olmalıydım. Bu yüzden Little Man'den Emre'nin pek iyi olmadığını, geldiğimizde ona biraz mesafeli davranmasını rica ettim. O kadar anlayışlı bir insandı ki hiç sorgulamadan kabul etti.

Biz daha restorana varmadan bizim için hazırladıkları masaya doğru yöneldik. Oturduktan birkaç dakika sonra da mutfak bölümünden Little Man'in çıktığını gördüm. Ondan yana bir sıkıntı olmayacaktı bugün ama Emre'nin yine de öfkesini Little Man'den çıkarmasından korkmuyor da değildim. ''Derin Allah için söyle şuna bugünlük benden uzak dursun. Arkadaşın falan dinlemem tüm hırsımı ondan çıkarırım haberin olsun.'' Ben daha cevap bile veremeden Little Man kocaman gülümseyip sandalyenin arkasına geçti ve boynuma sarıldı.

''Hoş geldiniz Papatya. Çok aç görünüyorsunuz. O yüzden sizi lafa tutmak istemiyorum. Siparişlerinizi verin, karnınızı doyurun sonra yanınıza gelirim olur mu?'' Emre ikimize bakmamaya çalışsa da ben hala bana sarılan Little Man'in kollarını sıkıca tutup ''Bu akşamlık menüyü sana bırakıyoruz. Sen güzel bir şeyler hazırlarsın bize.'' Sarılmayı bırakıp karşıma geçti. Söylediklerimi artık nasıl ciddiye aldıysa Emre orada yokmuş gibi davranıyordu.

''Emredersiniz patron,'' diyerek asker selamı verdi ve göz kırpıp mutfağa yöneldi. Onun gitmesiyle birlikte Emre ile göz göze geldik. ''Az önce beni görmezden mi geldi o yoksa bana mı öyle geldi?''

''Ne o, bu sefer de ilgisizliği mi canını sıktı yoksa? Bu adam ne yapsa sana yaranamayacak sanırım.''

''Onu kastetmediğimi sen de biliyorsun. Demek istediğim, sanki...'' Bir anda duraksayıp gözlerini kısarak bakmaya başladı. Kuşkucu bakışları üzerimde gezinirken kötü bir şey yapmışım gibi elimde olmadan oturduğum yere sindim. ''Ne? Niye öyle bakıyorsun?''

''Sen uyardın değil mi? Emre'den bugünlük uzak dur falan dedin. Yoksa gelip bana da sarılırdı o şirin baba.'' Anlamıyordum. Gerçekten anlamıyordum. Nasıl oluyor da beni bu kadar iyi tanıyorlardı şaşırmamak elde değildi. Oysa ki ben bu kadar kolay çözülebilen bir insan olduğumu hiç düşünmüyordum.

''Ne yapsaydım?'' diyerek üste çıkmaya çalıştım hemen. ''Bıraksaydım da canım arkadaşımı bir kaşık suda boğsa mıydın? Birazcık uyardım sadece ne yapayım.''

''Biraz mı?'' dedi mutfağı işaret ederek. Ardından gülünce çatık olan kaşlarım şaşkınlıkla hava kalktı. ''Adamın gözünü nasıl korkuttuysan beni beyin sisteminden silmiş. Oturduğum kısma gözü bile kaymadı korkudan.'' Bir anda böyle gülmesi yetmiyormuş gibi bir de Little Man'in sesini ve bakışlarını taklit edince dayanamayıp güldüm. ''Çok kötüsün Emre ya!''

''E ne yapayım. Uygar haksız mı? Kiraz sapı kadar boyu var, Türkçe desen bir garip, bakışlar desen aman Allah'ım... Tam dalga geçilmelik. Sen söyle ne yapayım?'' Tekrar taklidini yaptığı sırada Little Man elinde tabaklarla bize doğru gelmeye başlayınca hemen susup ciddi bir yüz ifadesine büründü. İlk önce benim tabağımı önüme koyduktan sonra Emre'nin tabağını da masaya koyan Little Man tam geri çekileceği sırada Emre bileğini birden yakalayınca gözleri yerinden fırlayacakmış gibi açıldı ve bakışları ilk önce beni buldu.

''Ne bu?'' diye sakin bir şekilde tabağı göstererek soran Emre'ye bakmaya hâlâ çekiniyordu. Bu yüzden bana bakarak cevap verdi. Emre şu anda resmen eline geçen kozu kullanmaya çalışıyordu ve bundan içten içe zevk aldığını yüzüne yansıtmasa da hissedebiliyordum. Ne yaparsa yapsın Little Man'in alttan alacağını biliyordu ve bu onun için kaçmayacak bir fırsattı.

''Ben mantar sevmem, Derin'in arkadaşı. Bana başka bir yemek getirmelisin.'' Yine Emre'nin yüzüne bakmadan önündeki tabağı aldı ve tamam der gibi başını salladı. ''Mantarsız hali de güzeldir. Ben sana en iyisi öyle yapıp getireyim Derin'in arkadaşı,'' diyerek mutfağa doğru arkasına bakmadan yürümeye başladı.

''Çok kötü olduğunu söylemiş miydim?'' dedim hemen. Bana aldırış etmeyip Little Man'in arkasından bakmaya devam etti. ''Niye bu kadar korkak bu? Küçüklük travması falan mı?'' Dalga mı geçiyor yoksa gerçekten bunu merak ettiği için mi soruyor anlayamadığımdan bir an duraksadım. Bana dönüp meraklı gözlerle bakmaya başlayınca da gerçekten sorduğunu anlayıp iç çektim. ''Little Man ben ortaokula giderken bu restoranda çalışmaya başlamıştı. İlk zamanlar şu an olduğu gibi neşeli ve hayat dolu birisi değildi. Geldiğinde zaten dilimizi bilmediği için kendi halinde sessizce yemeğini yapar sonra da çeker giderdi. O zamanlar biz sadece aşçılık için Türkiye'ye geldiğini sanıyorduk ama bir süre sonra onunla dost olunca bana gerçeği anlatmıştı.'' O günler gözlerimin önünde canlanırken bir yandan da mutfak kapısının önünde şen şakrak koşuşturan Little Man'e daldı gözlerim.

''Babası alkolikmiş. Annesi bu yüzden başka bir adamla kaçarak evi terk etmiş. O sıralar kız kardeşi küçük olduğu için sürekli onunla ilgilenmek zorunda kaldığından kız arkadaşı da onu terk etmiş. Üstüne bir de her gün sarhoş olan bir baba ve şiddeti... Dayanamayıp kardeşini de alarak başka bir yere taşınmış. Yani anlayacağın ne anne sevgisi ne baba sevgisi ne de başka insanlardan sevgi görmemiş. Tek tutunduğu dal kız kardeşi ve mesleğiymiş. Ama tam her şeyi yoluna koyuyorum dedi bir zamanda kız kardeşinin son evre lösemi olduğu ortaya çıkmış ve daha tedavilere başlanılmadan küçük kız vefat etmiş. O da dayanamayıp Türkiye'ye kadar gelmiş.'' Gözlerimi daldığı yerden Emre'ye doğru yönelttiğim sırada pür dikkat bana baktığını görünce arkama yaslandım. Şaşırmışa benziyordu.

''İşte böyle,'' dedim vicdanına seslenir gibi. ''Bana bunları anlattığı zaman ona isterse onun kız kardeşi olabileceğimi söylemiştim. O da bunu seve seve kabul edip o günden sonra benimle hep iletişimde olmuştu. Benim de konuşacak kimsem yoktu onun da. Bir bakıma birbirimizi hayatta tutuyorduk işte. O bana güç veriyordu ben de ona, O beni neşelendiriyordu ben de onu... Bu yüzden bana olan yakınlığını çok görmeyin lütfen. Bugün Little Man gülümseyebiliyor, sevgi görmediği halde insanları bu denli sevebiliyorsa bu o gün başlayan dostluğumuz sayesinde. Hala insanlardan çekindiği oluyor ama birçok korkusunu aştı ve gülümseyebiliyor.''

''Vay be!'' dedi hayretle. Belli etmemeye çalışıyordu ama altından böyle bir hikâye çıkacağını tahmin etmediği yüz ifadesinden belli oluyordu. Asıl düşündüğüm ise bu anlattıklarımdan sonra Little Man'e karşı tavırlarının değişip değişmeyeceğiydi.

''Afiyet olsun.'' İkimiz de öylece dalıp gitmişken Little Man'in Emre'nin tabağını getirmesiyle ona baktık. Gözlerim hemen Emre'ye dönerken ne tepki vermesi gerektiği konusunda bocalayışına şahit oldum. ''Ellerine sağlık Brad Bey. Zahmet verdik,'' dedi kendinden ödün vermekten kaçınır gibi ama ses tonu bile onu ele veriyordu. Emindim. Kalbi o kadar güzel bir insandı ki bu duyduklarından sonra ister istemez ona karşı olan tavırları değişecekti.

''Ne zahmeti. Afiyetle yiyin. Ben de mutfağa döneyim. Çok iş var.'' İngilizce bir şeyler sayıklayıp ne yapacağını şaşırarak sağa sola dönüp durdu. Sonra Emre'ye gülümser gibi olup gitti. ''Önyargının gözü kör olsun. Başka da bir şey demiyorum.'' Bir anda bunları demiş olması şaşırtsa da sonrasını düşündükçe sevindim. Sessizce yemeğini yiyor oluşunu bir süre izledikten sonra ben de soğuyan yemeğimden birkaç çatal aldım. İkimiz de sessizce yemeklerimizi yerken telefonumun çalmasıyla birbirimize baktık.

''Ben de bir eksiklik var ama ne diyordum,'' diyerek telefona baktım. Uygar arıyordu. ''Öğüt verme saati geldi yine'' diyip açtım. ''Nasihat vaktin mi geldi Atahan?''

''Çağla orada. Şu anda restoranda.'' Sesindeki endişe ve söyledikleri bir anda donup kalmama neden olurken gözlerimle etrafı taramaya başladım. ''Derin duydun mu beni? Orada diyorum. Az önce ikinizin fotoğrafını yolladı. Emre'nin telefonu neden açık değil? Telefonu hemen ona ver.'' Telaşlı konuşması beni daha çok aptallaştırırken artık yüzüm nasıl bir hâl aldıysa Emre'nin gözleri telaşla dondu. Konuşamıyordum. Her an tetikte olsak da şu an için böyle bir şey beklemiyor olduğumdan beynim durmuştu resmen.

''Derin telefonu Emre'ye ver!'' diye telefonun diğer ucunda bağıran Uygar'ın sesi tokat gibi yüzüme çarpınca hiçbir şey demeden telefonu Emre'ye uzattım. ''Bir şey mi oldu ağabeycim?'' Uygar'ın konuşmasını dinlerken o da benden farksız bir hâl aldı. Çenesi kasıldı, gözleriyle etrafı taramaya başladı. Korkmuyordum ama üzerime çöken öyle garip bir his vardı ki arkamı dönüp etrafa bakmama bile engel oluyordu. Eğer buradaysa ve döndüğümde göz göze gelirsem ondan değil kendimi kaybedip yapabileceklerimden korkuyordum.

''Tamam, sen merak etme. Asıl siz dikkatli olun. Bir şey olursa da arayın'' diyip telefonu kapattı. ''Çağla Hanım sonunda ringlere döndü,'' diyerek etrafa bakınmaya devam etti. Emre'den cesaret almaya çalışıp ben de arkamı döndüm ve bakınmaya başladım. İlk hamlesini Gizem'den yana kullanır diye beklerken benden yana kullanması çok şaşırtıcı bir şey olmamıştı aslında. Uygar'ın canını yakmak en büyük amacıydı şu an biliyorduk. Bunun için de Gizem'i ya da beni kullanacağını da en başından beri hepimiz biliyorduk. Uygar'ın endişesi de bu yüzdendi.

''İstanbul'a kadar bizi takip ettiğine inanamıyorum. Demek her an peşimizdeymiş.''
''Su uyur düşman uyumaz diye boşuna dememişler'' diye dişlerini sıkarak konuşurken ayağa kalkınca ben de istemsizce ayağa kalktım. ''Nereye?''

''Buranın güvenlik kameralarını izlememiz mümkün mü? Fotoğrafı çeken Çağla mıydı yoksa peşimize adam mı takmış en azından onu öğreniriz.'' Bunu derken hâlâ etrafa bakınıyordu. Eğer buradaysa bile herkesin içinde bir şey yapmayacağını ikimiz de biliyorduk ama Hakan'dan sonra ipin ucunu bırakmamaya yemin etmiş gibiydik. ''Gel hadi kayıt odasına gidelim. Oradan buluruz hemen.''

Görevli içeriyi ve dışarıyı gören bütün kamera açılarını açıp geri çekildiğinde Emre bilgisayarın başına oturdu. Her kareyi tek tek inceliyorduk. Hiçbirinde kızıl saçlı birini göremediğimiz için peşimize birini taktığını düşündüğümüz sırada kamera açısına bir kadın girdi. ''İşte! Çağla bu!'' diyip kaydı birden dondurdu Emre. Görüntüyü yakınlaştırıp baktığımızda gerçekten Çağla olduğunu gördük.
''Saçlarını siyaha boyamış sanırım''

''Ya da peruk'' diyerek kaydı başlattım. Sakince içeriye girip bizim oturduğumuz basanın birkaç masa gerisine oturdu. İkimizin de görebileceği bir açı değildi ama o bizi rahatlıkla görebiliyordu. Çok geçmeden Telefonunu çıkarıp fotoğraf çektikten sonra cebinden bir şey çıkarıp masaya koydu ve kalkıp dışarı yöneldi. Emre ile aynı anda masayı işaret edip ''bir şey bıraktı'' diyerek birbirimize baktık.

''Sen burada dur ben gidip bir bakayım'' diyerek kalktı ve koşarak odadan çıktı. Çaresizce sandalyeye oturup ekrandaki görüntüye bakmaya başladım o sırada. Nasıl bir hayattı bu? Hakan'ın restorana gelerek başlattığı oyunu yetmiyormuş gibi şimdi de Çağla oyununu restoranda başlatıyordu. Benim için çocukluğumun geçtiği en güzel yer olan bu mekân nasıl oluyor da her defasında hayatımın karanlık yollara sapan kapısını aralıyordu anlam veremiyordum. Kısır döndü müydü bu? Yoksa tarih tekerrür mü ediyordu? Eğer öyleyse bir kez daha sevdiklerimin zarar görmesine seyirci kalamazdım. Kötü de olsa edindiğim her bir tecrübenin ardından bu sefer karşılaşacağım hiçbir zorluk benim için aşılması zor olmayacaktı. Hakan'dan sonra Çağla... Yılanın başını ezebilmişken can çekişen kuyruğundan korkacak değildim.

Giderken koşarak giden Emre'nin dönüşü ağır adımlarla olmuştu. İçeriye girdiği anda yüzünden okuyabildiğim o lanet ifadeden kâğıtta yazanları az çok tahmin edebiliyordum.

''Hakan'dan birkaç numara öğrenebilmiş mi bari?'' diyerek elimi uzattım. Yarısını buruşturduğu kâğıdı elime sıkıştırıp duvara yaslandı. Küfredecek gibi oldu ama son anda kendini frenledi. ''Bir alt sürümü ile karşı karşıyayız.''

''İşimiz daha kolay o zaman'' diyerek göz kırptım. Biraz olsun gerginliğini üzerinden atmasını istiyordum çünkü onu böyle gördükçe benim de ister istemez ruh halim dibe çöküyordu. Neyse ki yarım ağız güldüğünü görünce açıp kâğıda baktım. ''Uygar'ın canını yakmak için bile olsa kardeşimi kullanacağımı düşünmüyordun değil mi? Kurban yine sensin Derin Ilgaz...'' Kurban... Hakan'ın kurbanı, Ege'nin kurbanı, kaderin kurbanı, şimdi de Çağla'nın kurbanı. Bu dünyaya gönderilmemin tek sebebi insanların birilerinden intikam alması gerektiğinde kullanabileceği kurban olmaktı sanırım. Herkesten çok acı çeken, yaralanan, dibe çekilen, umudu öldürülen ama her şeye rağmen bir sonraki adımımda yeniden kurban olmak için ayağa kalkan bir insan olarak doğmuş ve tüm bunlar yüzünden neredeyse insan olduğumu dahi unutmuştum. Ve tam da şu anda, şu dakikadan itibaren beni nelerin beklediğini çok merak ediyordum.

''Pikachu falan mıyım ben? Bunlar neden beni seçip duruyor sürekli? Hepsi el birliğiyle beni intihara mı sürüklemeye çalışıyor anlamıyorum ki ben.'' Elimdeki kâğıdı buruşturup masanın üzerine fırlattığımda Emre gülmeye başladı. ''Ne?'' diye çıkışınca ''sinirlerim bozuldu bir dakika,'' diyerek gülemeye devam etti.

''O zaman senin devreler yanmadan yap bir Pikachu'luk çarp gitsin şu Çağla'yı.''

''Ağlanacak halimize yine gülüyoruz iyi mi...'' diyip histerik bir kahkaha atarken Emre bıkıp usandığını belli ederek yüzünü buruşturup ofladı. ''Gülüyoruz gülmesine de her seferinde acısını çıkarıyorlar. Kaderimize tüküreyim!'' Orası öyleydi. Yıpranan sinirlerimiz şimdilik ciddiyeti göz ardı ettirse de her bir adımda canımızın bir öncekinden daha çok yandığını daha önce tecrübe etmiştik.

''Uygar'ı arasan iyi olur. Çağla'nın İstanbul'da olduğunu netleştirdiğimizi bilsin.'' Ayağa kalkıp görevliye teşekkür ettiğim sırada ceplerini yoklamaya başladı. ''Hay ben senin... Telefon otelde kalmış'' diye söylenmeye başladı. Benimkini uzatınca aldı ve yürümeye devam ettik. Emre anlattıkça Uygar telefonun diğer ucunda öyle öfkeyle bağırıyordu ki içeride çalan müzik bile ettiği küfürleri duymama engel olamıyordu. Öfkesi yine volkan olup taşmıştı. Yaşanılanların nüksedeceği korkusuyla ağzına geleni söylüyordu yine. Her şeyden çok onun bu hali beni çaresiz hissettiriyordu. Tıpkı rüyamda gördüğüm o yerdeymişim gibi hissediyordum. Bir yanım okyanus diğer yanım alabildiğine çöl. Ne yana gidersem gideyim sonu olmayan bir çaresizlik ayaklarımın altından kayıp gidiyordu sanki. Onun üzülmesi, yeniden bir kayıp yaşaması beni benim alacağım zarardan daha çok endişelendiriyordu.

İkisi telefonda bir süre daha konuştuktan sonra Emre telefonu kapatıp bana uzattı. ''Seni bilmem ama Uygar'ın aklını yitirmesine ramak kalmış. Çağla eline geçse gözünü bile kırpmadan öldürür. Az önce bunu anladım.'' Tekrar masamıza geldiğimizde sandalyeyi çekip kendimi bıraktım. Artık birilerini öldürmekten bahsetmek istemiyordum. Artık birilerini öldürmek istemiyordum. İstediğim tek şey sahip olduğum kocaman ailem ile huzurlu bir yaşamken yeniden onları tehlike çukuruna çekilirken görmeye dayanamazdım. Bir yolu olmalıydı. Bu sefer ucu hiçbirimize dokunmadan bu yükün altından kalkmanın illa ki bir yolu olmalıydı.

''Polise gidelim''diye atıldım birden. Ani çıkışımı beklemediği yüzüne yansırken sadece bakmaya devam etti. ''Bu sefer de öldürmeyi falan düşünmesin kimse Emre ne olursun. Kendimi her ne kadar güçlü hissetsem de yaşadığım şeyler kolay değildi sen de biliyorsun. Yaşanacak yeni bir travmayı kaldırabilir miyim bilmiyorum. O yüzden polise gidelim. Bu sefer onlar halletsinler bu işi.'' Sakinliğim avuçlarımın arasından kayıp gidiyordu tam da şu anda. Endişeden doğan titrek bir ses, kontrolsüzce puslanan gözler yine kırılma noktasına fırlatıp atmıştı beni.

''Sakin ol,'' diyip ellerimi sıkıca tutmasıyla parmaklarını sıkıca tuttum. ''Uygar'a nasıl engel olacağız? Çağla ya bir delilik yapıp karşısına çıkarsa? O zaman neler olur sen de ben de biliyoruz.''

''Uygar da öldürmekten yana değil. Bu yüzden sakin ol diyorum sana. Hem önümüze çıkan her sorunu ortadan kaldırmak için cinayet işleyecek halimiz yok. Uygar bir planı olduğunu söyledi. Bize de oradaki işimizi bir an önce halledip dönün dedi.'' Bunca duyduğum şeyden sonra şu an duyduklarım içimi rahatlatan tek şey olmuştu. Uygar ve onun her soruna bir çare bulabilme özelliği. Ona kendimden daha çok güveniyordum ve bu sefer de kurallarından dışarı çıkılmazsa sorunu çözebileceğimizi biliyordum.

Aylar önce bir yalan ile kurallarını çiğneyip Ege ile buluşmasaydım belki de yine bulduğu bir çözüm ile daha az hasarla kurtulacaktık Hakan'dan. Ama bir tecrübeydi o. Bu sefer tamamen uyacaktım kurallarına. Herkesi de uyması için tembihleyecektim. Artık hataya yer olmamalıydı çünkü hayatımızda. Yapılan bir yanlışın nelere mal olduğunu görmüşken ikinci kez aynı yola düşemezdik. Ancak bu sayede Çağla'nın hayatımızda Hakan kadar büyük bir rolü olmasının önüne geçebilirdik.

Hâlâ huzursuzluğumuzu üzerimizden atamamış olsak da biraz olsun kendimize gelince restorandan ayrılıp otele geçtik. İkimiz de kendi odalarımıza çekilmişken çok geçmeden odamın kapısı tıklatılınca elimde olmadan olduğum yerde duraksadım. Daha odalarımıza yeni geçmişken Emre'nin gelmiş olma ihtimali düşük geliyordu. Hatta beynim içimdeki huzursuzluğa o kadar odaklanmıştı ki aklıma ilk gelen seçenek Çağla'dan başka bir şey değildi. Yine de kapıya doğru sessiz adımlarla yürüyüp bir süre bekledim. Kapı tekrar tıklatılırken ''Derin, benim Emre'' diye dışarıdan Emre'nin sesi gelince rahat bir nefes alıp kapıyı açtım. Gözüm ilk önce elindeki şarap şişesine ve iki kadehe kayarken parmak uçlarımı uyuşturmaya başlamış olan endişeyi sindirmeye çalıştım.

''Senin niye rengin atmış? Biri mi aradı yoksa? Odaya bir şey mi bırakmışlar?'' Hayır der gibi başımı sallayıp kapıyı tamamen açtım içeri girmesi için. ''Daha yeni ayrılmışken birden kapı çalınca senin olma ihtimalinden çok Çağla'dır diye düşündüm.''

''Durduk yere telaşlandırdım seni kusuruma bakma. Aslında rahatsız etmeyim dedim ama sonra tek başıma içmenin zevki olmaz diye düşünüp geldim'' diyerek bana döndü. Elindeki şarap şişesini havada sallayınca gülümseyip terası gösterdim. O dışarı çıkarken ben de üzerime bir şey alıp yanına geçtim. ''Gelmen iyi oldu aslında. Uyuyabileceğimi pek sanmıyordum. En azından iki lafın belini kırarız''

''Dedikodu falan yapmak istersen oda servisinden bir paket çekirdek isteyelim. Ne dersin?'' Bir yandan gülüp bir yandan kadehlere şarap doldurmaya başladı. ''Fena fikir değil aslında'' diyip ben de güldüm. Kadehleri tokuşturduğumuz sırada yüzündeki gülüşü yavaşça soldu ve gözleri şehrin karanlığını aydınlatan ışıklara dalıp gitti. Onun sessizliğini izlemeye başladım meraklı bir şekilde. Hayatımda çok büyük bir değeri vardı karşımda oturan bu insanın. Sevginin yanı sıra sonsuz bir saygı da barınıyordu içimde ona karşı. Aynı zamanda her okuyuşumda bana farklı duygular hissettiren çok nadide bir kitap gibiydi benim için. Bugüne kadar içinde tam olarak ne yaşadığını asla hissettirmeden çok güçlü bir bağ kurmuştu benimle. Onu tanıyordum ama etrafında olan çoğu insan gibi zihnine, ruhuna gizlediği kendini hiç bilmiyordum.

''Sayın Ilgaz, aramızda mısınız?''

''Hı?'' Dalıp gittiğim düşüncelerden onun da beni izlediğini sonradan fark edince şarabımdan bir yudum aldım. ''Dalmışım bir an.''

''Öyle bir bakıyordun ki zihnimi okumaya çalıştığını düşünmeye başlayacaktım.'' Bir nevi onu yapmaya çalışıyordum demek istedim ama onun yerine konuya direkt girmek daha cazip gelince ''Emre bana biraz kendinden bahsetsene'' dedim. Böyle bir karşılık beklemediği gözlerine yansıyınca sandalyede bağdaş kurup parmaklarımı çıtlattım. ''Dedikodu dedin ya az önce. Al işte sana dedikodu. Senin dedikodunu yapalım biraz. Kafamız dağılır hem.'' Bir an çekimser bir bakış attı. O birkaç saniyelik bakışta içine attığı birçok şey olduğunu anlamak zor değildi. Yine de benim tanıdığım Emre'nin yapacağı şeyi yaptı ve o da benim gibi bağdaş kurup parmaklarını çıtlattı. ''Peki madem, ne öğrenmek istiyorsun çitlembik, sor bakalım.''

''İçindeki Emre'den bahset mesela. Sadece senin konuşup senin dertleştiğin Emre'den. Beni tanıştır onunla. İstediği zaman benimle de konuşabileceğini bilsin o da.'' Elinde tuttuğu kadehi ile havada küçük daireler çizmeyi durdurdu. Birden ileri mi gittim acaba diye düşünmeme sebep olacak kadar durgunlaşınca yudumladığım şarabı yutamayıp ağzımda beklettim. Başını sol omzuna yatırışını, uzanıp kadehine biraz daha şarap dolduruşunu ardından da bir yudum alıp gökyüzüne bakışını huzursuzca izledim. Sanki benden kaçırıyormuş gibi gelen bakışlarını bir anda bana çevirince ağzımda beklettiğimi bile unuttuğum şarabı sertçe yuttum. ''İçimdeki Emre...'' dedi iç çekerek. ''Bazen benden kırk yaş büyük bazen de on yaş küçük olan Emre,'' diyip alaylı bir gülümseyiş yerleştirdi yüzüne. ''Ben herkesin tanıması gereken Emre rolünü üstlenirken o da asıl Emre'nin kim olduğunu bana unutturmayan Emre rolünü üstleniyor. Pek afişe edilecek bir yanı yok aslında ama madem çaldın kapısını, döksün sana biraz içini.'' Ben ağzından çıkan her bir kelimeye sarılır gibi dururken o bir anda oturduğu yerden kalkıp içeriye girdi ve bir süre sonra elinde viski şişesi ve iki bardak ile döndü.

''O kafası güzel olmazsa konuşamaz. Cesaretlendirmek için,'' diyip şişeyi gösterdi. Sessiz kalıp içkiyi dolduruşunu izledim. Ardından uzattığı bardağı alıp onun bardağı ile tokuşturdum. Ben küçük bir yudum alırken o tek dikişte tüm içkisini bitirip tekrar doldurmaya başladı.

''Görünenin aksine çekingendir içimdeki Emre. Sevdiği kadar sevilmeyi bekleyip sadece beklemekle kaldığından korkar aslında insanlardan. Bu yüzden geceleri yaşar ve gündüzleri hatırlamayacağı insanlar girer hayatına. Aklının bulanıklığıyla birlikte yok olan insanlar daha zararsız gelir ona.'' Ardı ardına doldurup tepesine diktiği bardağı şişenin yanına koyarak biraz bekledi. Söylediklerini dinliyordum ama huzursuzluğum da her geçen saniye artıyordu. Ardında ne olduğunu bilmediğim karanlık bir odanın içine girmiş gibi hissettiriyordu çünkü bu. Elimdeki kibrit kutusundan çıkarıp yaktığım her bir kibrit ile odanın içerisinde geziyor ve içerideki karanlığın her saniye farklı bir köşesini aydınlatıyordum.

''Aslına bakarsan içimdeki Emre ile herkesin gördüğü Emre arasında pek bir fark yok'' diyerek devam etmeye başlayınca bu sefer ben viski şişesine uzandım. ''İkimiz de tek bir amaç için yaşıyoruz. En az hasar ile yaşadığımız sürenin sonuna gelebilmek... Bu yüzden gerektiği kadar dışa konuşup daha çok birbirimizle konuşuyoruz hepsi bu.'' Bir an anlatmayı bitirdi diye düşünüp hareketlendiğim sırada gözlerini gözlerime sabitledi. ''Ama içimdeki bu Emre'nin sadece bana anlatmakla yetinemediği şeyler de olmuyor değil'' diyince nasıl yani der gibi baktım yüzüne. İşte o anda içindeki o kendinden on yaş küçük olabilen Emre çıktı ve yüzünde garip bir gülümseme ile ensesini ovuşturdu.

''Siz ne çeviriyorsunuz?'' diye sordum hali komik gelince. ''Aslında daha önce söyleyecektim sana ama olaylardan söyleme fırsatı bulamadım bir türlü,'' dediği anda meselenin ne olduğunu tahmin edince sandalyede dizlerimin üzerinde doğruldum. ''Hadi canım! Emre!''

''Nasıl oldu ben de anlamadım valla Siyah Başlıklı Kız. İçimdeki Emre'nin bile bir hafta dili tutuldu şaşkınlıktan. Bu arada ilk sana söylüyorum ona göre.'' Sevinçten her şeyi bir anlığına da olsa kenara bırakıp çocuk gibi alkışladım. ''Kim bu şanslı kız? Nasıl oldu da içindeki Emre'yi ikna edebildi?'' İlk defa birisi ile flörtleşmeye başlamış liseli bir çocuk edasıyla bakmaya başlayınca dayanamayıp kahkaha attım.

''Sıpaya bak sen! Nasıl da gülüyor ağabeyine''

''Tamam tamam. Gülmek yok. Çatlatma ama sen de anlat hadi. Kim bu kız? Nasıl tanıştınız?'' Ciddiyete bürünmeye çalışıp öksürür gibi yaptı sonra gökyüzüne baktı. ''Hakan sayesinde tanıştığımızı söyleyeceğim ama dilim varmıyor. O herifin iyi bir şeye vesile olduğunu düşünmeyi bile hazmedemiyorum.''

''Hakan mı? Ne Hakan'ı? Emre sarhoş mu oldun sen? Şunu doğru düzgün anlat ne olursun?'' Ellerini havada savuşturup duraksadı. ''Yani diyorum ki o kurşunu yemeseydim bir kızı sevmenin, bir kız tarafından böyle güzel sevilmenin nasıl bir şey olduğunu bilemeyecektim. Samimiyetsiz ilişkiler yüzünden kendime vurduğum zincirler teker teker kırılırken zevkle izleyeceğim aklımın ucundan geçmezken aklımdan çıkmayan bir yüzün hayaliyle dolaşıyorum günlerdir.'' Gülmek yok desem de dayanamayıp gülmeye başladım. Ama sevincimdendi bu gülüşüm. Çünkü dayanamayıp yerimden fırlayarak boynuna sarılmama neden olacak kadar mutlu bakıyordu gözlerinin içi.

''Emre sen bildiğin âşık olmuşsun'' dedim kollarımı boynundan çekerken. ''Olmuşum değil mi?''

''Bir de soruyor musun? Şu haline bak. İçindeki Emre'yi sarhoş etmeye çalışma sen boşuna. O çoktan aşk sarhoşu olmuş bile.'' Bu konularda en az benim kadar acemi olduğunu biliyordum. Çünkü Uygar da benim ilk aşkımdı. İlk aşklar gerçekten insanı aptallaştırıyordu. Bu yüzden onu daha fazla utandırmayı bırakıp yerime geçtim. ''Detay istiyorum ben ama. Lütfen.''

''Hastaneden taburcu olacağım günün sabahı tanıştık. Koridorda yürümekten yorulup yanına oturmuştum. Elimi kalbimin üzerine koymuş soluklanırken kısa saçlarına takıldı gözlerim. Bunu fark edince gülümseyip kanseri yenen her hastanın saçları böyle kısa olur, gerçi benimkiler bir hayli uzadı, dedi. Bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Dediğine mi şaşırsam yoksa elimin altındaki kalbimin deli gibi çarpmaya başlamasına mı şaşırsam bilemeyip donup kaldım öyle. Sonra neden hastanede olduğumu sormasıyla bir anda muhabbet ederken bulduk kendimizi. İlk defa bir kızla diyalogumuzun bitmesi hiç istemedim ben o an. Ses tonu, hayatı yeniden yaşamaya başlamış olma coşkusuyla parlayan gözleri, dik duruşu o kadar etkiledi ki daha adının bile ne olduğunu bilmeden kızdan telefon numarasını istedim.''

''Bu bildiğin ilk görüşte aşk. Neyse bölmeyeyim ben. Sonra ne oldu?'' Pür dikkat dinlemeye devam ederken aşk sarhoşluğu ile iç çekti. ''Öylesi bir girişe rağmen gülümseyip telefonumu istedi. Uzattığımda numarasını yazdı, kendini aradı. Telefonumun ekranına baktığımda adının Ahsen olduğunu öğrendim. Derin, bir isim bir insana ancak bu kadar güzel yakışabilirdi. Adımı sorduğunda kendi adımı unuttum kızın yüzüne, benim adım neydi lan, der gibi bakmaya başladım. Yani anlayacağın sizin o tanıdığınız Emre yalan oldu. Gecelerin adamıyken, her gün bir kızla geceyi sabah ediyorken günlerdir geceden sabaha aynı kızı düşünüyorum.'' Onun böyle güzel ve içten hallerine ilk şahit olanın ben olmam ayrı bir hoşuma gittiğinden derdi tasayı unutmuş gülen gözlerine bakıyordum. O kadar çok hak ediyordu ki sevilmeyi onun adına yaşadığım şu mutluluğun tarifi yoktu. Hayatına bir düzen gelecek olması bile beni başlı başına mutlu edebilecekken bir de âşık olduğunu görmek paha biçilmezdi.

Neredeyse iki saat boyunca telefondan nasıl konuşmaya başladıklarını, ilk buluşmalarını, kıza bir anda nasıl açıldığını ve onun da kendine bir anda âşık olduğunu öğrendiğinde verdiği tepkileri döndürüp aktarıp konuştuk. İçecek içki, konuşacak hâl kalmadığında ise o koltuğa ben yatağa kıvrılıp biraz uyumaya karar verdik. Birkaç saat öncesinde uyuyamayacağımı düşünürken şimdi Çağla'yı bile es geçip uyuyabilecek kadar ferahtı içim. Yaşanacak olası bir felaketi bile dert etmemeye çalışıp gözlerimi yumduğumda bir kez daha şükrettim. Yaşanan bunca olumsuzluğa rağmen yüzümüzü güldürebilecek güzelliklere de açılıyordu çünkü hâlâ kapılarımız.



Uykunun en güzel yerinde uyanmama sebep tam da beklediğim gibi Uygar olmuştu. Gece saat bile kurmamıştım. Çünkü işe gitmek için uyandığı zaman illa ki arayacağını biliyordum. Bir sorun olup olmadığını sorduktan sonra araya sıkıştırdığı üç beş tembih ile konuşmayı sonlandırıp telefonu kapattığında yataktan çıktım. Küçücük koltukta iki büklüm olan Emre'ye bakar bakmaz istemsizce sırıtırken yanına yaklaştım. ''Sevgili Romeo, uyanma vakti geldi. Kalkın ve yeni mesleğiniz olan sevdiğini düşleme işine başlayın'' İki büklüm durmaktan her yanı tutulmuş olacak ki zorla gerinip yüzüme baktı. ''Romeolar kovalasın seni. Her yanım tutulmuş, tut elimi de kaldır beni'' Uzattığı elini gülerek tutup doğrulmasına yardım ettim. Sağa sola dönüp vücudunu esnettikten sonra uykulu gözlerini bana çevirdi. ''Diline de düştük iyi mi? Daha durur durur dalga geçersin sen''

''Bir yerde yanlışın var. Durup durup dalga geçmem bir kere. Durmadan dalga geçerim ben artık'' diyip güldüm. Gözlerini kısarak söylenmeye başladı ve arkasına bile bakmadan odadan kaçar gibi çıktı. Yine de bana güvenip ilk bahsettiği kişi olmanın verdiği ayrı bir mutluluk vardı içimde. Ben de bu güveni sarsmamak için diğerlerine kendi söyleyene kadar hiçbir şeyden bahsetmeyi düşünmüyordum elbette. Hepsinin öğrendikleri andaki tepkilerini görmeyi hemen istesem de Emre ne zaman dilerse o zaman görebilecektim.

Dün duygu karmaşası ile geçen uzun bir günün ardından bugün başımıza neler geleceğinden habersiz bir halde avukat ve muhasebecimiz ile görüşmek için restorana gittik. Uygar bir an önce geri dönmemizi istediğinden görüşmeleri daha erken saate çekip bir an önce halletmek istiyorduk. Nitekim öyle de oldu. Tüm miras işlerini, hisse ve tabu paylaşımlarını başlatmak için gerekli olan imzaları atıp iki saat süren görüşmeyi sonlandırıp mutfak bölümüne geçtik. Little Man'in hazırladığı kahvaltıyı mutfağın arka bahçesinde yapmaya başladık. Her şey bir yana bu sefer de dikkatimi Emre'nin Little Man'a olan tavırlarına vermiştim. Belki anlattıklarımdan belki değil ama her zamankinden sakin davranıyor oluşu hemen dikkatimi çekti.

''Bir çay daha içer misin Derin'in arkadaşı?'' Emre boş bardağı Little Man'in önüne doğru sürdü. O da tam bardağı alacağı sırada çay tabağını tutup durdurdu. ''Emre desene ağabeycim, Derin'in arkadaşı ne? Bugün sakinim. Çekinme yani, ısırmam.'' Bakışları benle Emre arasında giderken her şey yolunda der gibi göz kırpıp başımı salladım. Bu biraz içini rahatlatırken gülümseyip ''sen çok iyi bir insansın, ben senin kalbini görebiliyorum zaten arkadaşım Emre'' diyerek gülümsemeye devam etti ve mutfağa yöneldi.

''Çağla'nın grupta açtığı boşluğa bunu mu alsak ne yapsak'' dedi Emre de arkasından bakarken. Yine sinsice gülümseyip ''o yer çoktan doldu, Little Man'e ek kontenjan açalım bence'' dedim. ''Hiçbir fırsatı kaçırma aman ha! İlla bir yolunu bul lafını sok sakın çekinme lütfen'' diye kinayeli bir halle yalandan azarladı.

''Bırak biraz keyfim yerine gelsin. Hem kötü bir şey mi diyorum canım. Mutluluktan söylüyorum bunları hep. Sen de biliyorsun.''

''Aman aman, iyi. Neşen yeter. Geç geçebildiğin kadar dalganı bir şey demiyorum.'' Yalandan sinirlenirken bile gülmemek için kendini tutuşuna güldüğüm sırada Little Man gelince kendime çeki düzen verip susmaya çalıştım. Çünkü o meraklıydı. Sorardı. Cevap alana kadar sorardı. E benden de cevap alamayacağı için Emre'yi delirtirdi. O yüzden normale dönmem bir saniyemi aldı.

''Niye ben gelince sustunuz? Özel konuşuyorsanız içeriye gideyim ben Papatya.''
''Ne özeli otur şuraya Brad Man. Kendi kendine gülüyordu senin deli işte.'' Little Man her zamanki saflığını konuşturup ikimize birden bakmaya başladı sonra da sorgulamadan oturdu.

İnsanın duyunca bile inanası gelmezdi ama neredeyse bir saat boyunca üçümüz sohbet etmiştik. Emre Little Man'e bir şeyler anlatmıştı, Little Man bir şeyler anlatmıştı. Birbirlerine bir şeyler sormuşlardı. Şu bir saat içerisinde mümkün olduğunca sohbete az katılıp ikisinin konuşmasına müsaade etmiştim. İzlerken gerip bir keyif vermişti sohbetleri. Emre'nin kendinden ödün vermeden Little Man'e ılımlı davranma çabası, Little Man'in çekindiğini belli etmeden sohbet etmeye çalışması... Daha çok vakit geçirme fırsatları olsa dost olacaklarına emin olmuştum bugün. Gardını düşürmem gereken bir tek Uygar kalmıştı artık. Onun da icabına en kısa zamanda bakmam farz olmuştu artık.

''Bir sorun olursa beni de arayın olur mu? Aklım sizde kalır yoksa'' Veda faslını sevmesem de kapıya kadar uğurlamakta ısrar edince kıramamıştım onu. Tekrar açtığı kollarının arasına girip sıkıca sarıldıktan sonra ''tamam'' dedim. ''Siz de dikkatli olun. Bir sorun olursa sen de muhakkak ara beni.''

''Tamam. Yolda dikkatli olun. O kızıl şeytandan da bir an önce kurtulmaya bakın''

''Çağla'nın yeni adını bulduk galiba. Kızıl Şeytan,'' diyerek arabaya yürümeye başladı Emre. Ben de son bir kez Little Man'e sarılıp arkasından gittim. ''Uygar aradı mı? Kızıl Şeytan'dan herhangi bir atak var mıymış?''

''Bilmiyorum. Sabah aradığında bir şey söylemedi. Sonra da aramadı. Demek ki bir hareketlilik yok henüz.'' Cevapsız kalıp otoparktan çıktı. Otel ile restoran yakın olduğundan kısa sürede varıp eşyalarımızı toparlamak için odalarımıza çıktık. İstemsizce attığım her adımda odanın içine göz gezdiriyordum. Biri ya da bir not olabilme ihtimali rahat bırakmıyordu çünkü zihnimi. Ama beklediğim gibi bir şey çıkmayınca çantamı alıp aşağıya indim. Emre benden önce inmişti ve lobide bir sağa bir sola dönerek telefonla konuşuyordu. İlk önce Ahsen ile konuştuğunu düşünsem de yüz ifadesini görünce aklımdaki ihtimal yerini huzursuz ihtimallere bıraktı. Telaşı, öfkesi gözlerinden okunuyordu. Hemen adımlarımı hızlandırıp yanına ulaştığımda dönüp durmayı bırakıp yüzüme baktı.

''Tamam, birkaç saate oradayız,'' diyip telefonu kapattı. ''Bir sorun mu var?'' diye korkarak sordum. Bir sorun olduğu zaten ortadaydı ama duymaya hazır mıydım bilemiyordum.

''Emre bir şey söylesene ne oldu?'' dediğimde ellerini saçlarına daldırdı. Gözlerini yumdu o anda çenesi kasılırken yeniden gözlerime baktı. ''Gizem... Yarım saat önce ortadan kaybolmuş.''



GÖLGE - VADEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin