Eveeet! Selam canlar. Yeni bölüm hepinize hayırlı uğurlu olsun. Orta şekerli bir bölüm oldu umarım okurken tebessüm ettirir. Hepinize iyi okumalar diliyorum. (Bölüm sonunda bir şeyler yazdım orayı da okursanız sevinirim)
24. BÖLÜM
Bir insan bu dünyada kaç yıl yaşarsa yaşasın ömrünün yarısının bekleyerek geçtiğini bana on dokuzuncu yaşım öğretmişti. Her yaşın insana bir şey kattığını söyleyen insanlar galiba haklıydı. Sonlarına yaklaştığım bu yaşın en büyük öğretisi de bu olmuştu işte benim için. Şöyle bir düşününce bu zamana kadar ne çok şey için dişimi sıkıp beklemiştim. Büyümeyi, güçlü olmayı, adaleti sağlamayı, özgürlüğü avuçlamayı, mutlu ve de umutlu olmayı... Şu an bile bunları düşünürken bir şeyleri bekliyordum mesela. Ellerim birbirine kenetlenmiş, bir sandalye tepesinde güneşin gökyüzünü terk edişini seyrederken haftalardır beklediğim o haberi alabilmek için bekliyordum.
Yeni yıla gireli bir gün olmuşken bu yılın bana, bize getireceklerini merak etmiyor değildim. Eğer birazdan Uygar beklediğim o güzel haber ile gelirse bu yıla olan inancım da umudum da artacaktı, bundan emindim. Çünkü güzel bir başlangıç yapmış olmanın hepimizi ayağa kaldıracak gücü vereceğine inanıyordum. Annem için de kardeşlerim için de yeni yılın yeni bir başlangıç olmasını umut ediyordum. Aslında herkes için aynı şeyin olmasını umut ediyordum. Geride bıraktığımız koca bir yılda başımızdan geçenleri düşününce hepimizin yeni bir sayfa açmaya ihtiyacı vardı.
Yanağını dizime yaslayıp gözlerimi kapadım ve zihnimi boşaltmaya çalıştım. Zaman sanki geçmek bilmiyordu. Ya da kafamın içinde dönüp duran düşüncelerin ağırlığından böyle hissediyordum, bilemiyorum. Annemin evde kalmamı istemesine ne kadar itiraz etsem de sadece Uygar ile gitmekte ısrar etmesine saygı duymak zorunda kalmıştım. Ama şu anda keşke gitseymişim diye düşünüyordum çünkü saatler süren bu bekleyiş ömrümden neredeyse beş yıl yemişti. Aramalarıma cevap bile vermemişlerdi. Belki de gelecek olan güzel haberin sürpriz olmasını istediklerinden böyle yapıyorlardı ama daha fazla bekleyecek sabrım kalmamıştı.
Havanın kararmasıyla üşümeye başlayınca biraz da içeride beklemeye karar verip salona geçtim. Tam o sırada kapı zili çalınca Yemek masasını silen Zeynep abla ile göz göze geldik. İkimiz de heyecanla kapıya doğru koşturmaya başladık. Ben kapıyı hızla açarken Zeynep abla da sıkıca kolumu tutup ''hadi güzel bir haber verin bize'' diye söze girdi ama ikimiz de aynı anda duraksayıp kaldık. Gelen annemler değildi.
''Pardon, biz başka birisini bekliyorduk da...'' Karşımızda duran adam anlayışla gülümseyip başıyla selam verdi.
''Önemli değil Derin Hanım. Beni Uygar Bey gönderdi. Evdeki herkesi alıp gelmemi söyledi.'' Yine dönüp Zeynep abla ile birbirimize baktık. Eminim ikimizin aklına gelen ilk şey aynıydı; kutlama.
Adama beklemesini söyledikten sonra kutlamaya gidiyor olma umuduyla hazırlanıp hep birlikte evden çıktık. Yol boyunca annemi de Uygar'ı da ikişer kere aradığım halde açmamışlardı. Her ne kadar kutlamaya gittiğimizi umuyor olsak da kafamın içindeki küçük karıncalanmalara da engel olamıyordum. On dokuzuncu yaşın bana kattığı bir diğer şey ise her şeyden kuşkulanma içgüdüsüydü sanırım.
Neyse ki arama en sonunda tanıdığım bir yola sapınca içimdeki kuşkular toz bulutu gibi dağılıp yok oldu. Cemal ustanın yerine giden yoldu bu. Kötü bir haber vermek için buraya kadar çağıracak halleri yoktu herhalde. Burada olsa olsa kutlama olurdu. Yine de sakin kalmaya çalışarak arabadan indik. Deniz'in sandalyesini sürmesine yardımcı olarak ilerlemeye başladığımız sırada ortalıkta ne Uygar ne annem ne de usta vardı.
''Derin abla, burası neresi? Abim nerede?''
''Çıkar şimdi bir yerlerden tatlım, hadi içeri girelim biz'' derken bir yandan da etrafıma bakınıyordum. İçeri adımımızı atar atmaz Cemal usta içerideki odadan çıktı ve kocaman gülümseyişi yüzünde parladı.
''Aman efendim, hoş geldiniz. Buyurun şöyle'' diyerek içeriyi gösterdi. Zeynep abla ve diğerleri ustanın gösterdiği tarafa doğru yürürken ben de ustaya kaş göz yaparak neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ne dediğini anlamasam da o da kaş göz yaparak bir şeyler anlatmaya çalıştı. Tam o sırada patikaya giren arabaların korna sesi ile irkilip arkamı döndüm. Bizimkilerdi. Sanki düğün konvoyu yapıyorlarmış gibi kornalara durmadan basıyorlardı. Durum giderek garipleşmeye başlıyordu.
Hepsi arabadan inip yanımıza gelmeye başladığında gözüm Uygar'ı aramıştı ama yoktu. Ellerindeki paket ve poşetleri sallayıp kendi aralarında gülüşerek içeri girdiklerinde kendimi direkt Emre'nin yanına attım. Ne olduğunu söylese söylese o söylerdi çünkü.
''Ne olursun bana neden burada olduğumuzu ve Uygar'ın neler çevirdiğini bildiğini söyle, lütfen'' dediğimde omuz silkti ve göz kırpıp Ahsen'in yanına doğru yürümeye başladı. Artık sinirlenmeye başlasam da mecburen arkalarından ilerledim. Herkes fazlasıyla rahat bir şekilde sandalyelere oturmaya başladığında tekrar Uygar'ı aradım. Telefon içerideki odada çalmaya başlayınca usta birden önüme geçti. ''Sen geç otur bakayım şöyle. Gelir şimdi Uygar'' diyerek o tarafa gitmeme engel olmaya çalışırken bu sefer de içeriden annem ve Derin çıktı. İlk önce şaşırsam da annemin yüzünün güldüğünü görünce göğsümün tam ortasında oluşan garip bir sıcaklık hissi ile olduğum yerde donup kaldım. Bugün görme umuduyla yanıp tutuştuğum gülen gözleri gözlerim içine huzurla bakıyordu. Ben daha tek kelime edemeden gelip boynuma sarıldı ve Derin'i kucağıma verip yanağıma bir öpücük kondurdu.
''Anne, neler oluyor?''
''Şimdi anlarsın. Geç hadi sen de diğerlerinin yanına. Geliyoruz şimdi.'' Daha bir şey dememi bile beklemeden tekrar odaya döndü. Daha fazla sorgulamayı bırakıp diğerlerinin yanına gitmek sanırım en mantıklısıydı. Belliydi ki bir kutlama yapılacaktı işte. Daha fazla ne olabilirdi ki?
Diğerleri dakikalar içerisinde sohbete dalmışken benim gözüm odanın kapısındaydı. Nihayet bekleyişim bir son buluyordu çünkü kapı açılmıştı. Ama aynı anda ışıklar kapanınca dönüp bizimkilere baktım. Aslı bir anda ayağa kalkıp Gizem'in sandalyesinin arkasına geçti ve eğilip gözlerini kapadı. Dakikalardır soluksuz konuşanlar sanki onlar değilmiş gibi birden sus pus oldular. Bir şeyler oluyordu ve ben aptal gibi etrafımda olan bitene bakınmaktan başka bir şey yapmıyordum.
Tam bu sırada Uygar ve annem ellerinde birer yaş pasta ile odadan çıktılar. İkisi de üzerindeki mumlar sönmesin diye yavaş adımlarla bize doğru geliyorlardı. Tam masanın yanına geldikleri anda Aslı, Gizem'in gözlerinden ellerini çekti ve usta lambaları yaktı. Sessizlik Doruk'un patlattığı konfeti ile bozulurken herkes bir ağızdan ''İyi ki doğdun Gizem, iyi ki doğdun Duru'' diye bağırmaya başladı. Ben Gizem'den daha çok şaşırıp kalmış bir halde bir anneme bir Uygar'a bakıyordum. Pastalardan bir tanesi Gizem'in önüne konulurken bir tanesinin neden benim önüme konulduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir anda herkesin söylediklerine bir kez daha kulak verdim.
''İyi ki doğdun Gizem, iyi ki doğdun Duru...'' Duru kim diye kendi kendime sorarken gözlerim kucağımdaki Derin'e kaydı. Tam o anda annem yanıma gelip onu kucağımdan aldı. Gizem'in ağlamaya başladığını bile daha yeni fark ediyorken Uygar'ın da gözlerinin dolduğunu görmemle ayağa kalkıp yanına gittim.
''Hadi ama prenses, ağlamayı bırak da üfle artık. Bak küçük prenses de seni bekliyor'' Emre'nin telkini ile Gizem gözyaşlarını silip gülerek mumlara eğildi. Gözlerini kısa bir süre yumup beklediği sırada Uygar belimden tutup beni kendine doğru çekti. Olaylar resmen zihnimin içinde karma karışık bir hal alırken Gizem de annemin kucağındaki küçük Derin de pastaların üzerindeki mumları üflediler. Ardından bir alkış tufanı koparken herkesin yüzündeki mutluluğun aksine benim yüzümde şaşkınlık hakimdi.
''Şu an burada olanlardan bir tek Gizem ve benim haberim yok sanırım,'' diye söze girdiğimde herkes dönüp bana baktı. ''Uygar, neler oluyor?'' Az önce Gizem'e bakarken puslanan gözlerini kırpıştırıp derin bir nefes aldı ve belimdeki elini çekerek elimi tuttu.
''Tamam, sanırım günün anlam ve önemini belirten konuşmayı yapma zamanı geldi'' dedi.
''Bir dakika, az önce Duru derken...'' sözümü tamamlamama izin vermeyip parmağını dudağımın üzerine koydu. ''Geç otur hadi. Yoksa konuşma yapmaktan vazgeçeceğim.'' Yine itiraz edemeden dediğini yapıp sandalyeme oturdu. Herkes pür dikkat ona bakıyordu.
''Sanırım nereden başlamam gerektiğini bilmiyorum'' diyip başını öne eğerek gülmeye başladığında Emre, Doruk ve Birkan aynı anda alkışlayıp ıslık çaldılar. Bu hepimizi güldürürken Uygar eliyle durmalarını işaret etmesiyle sustular.
''Evet... Öncelikle neden hepinizi burada topladığımı az çok biliyorsunuz. Bugün ocak ayının biri ve hepimiz için yüz güldürecek sebeplerin olduğunu düşündüğüm için bir arada olalım istedim. Öncelikle hepimizi ilgilendiren haberden başlamak istiyorum. Bugün savcılıktan aldığım habere göre artık Çağla ve Hakan dosyasıyla hiçbir ilgimiz kalmadı. Konu bizden tamamen çıktı. Büyük ihtimalle çok sürmez dosya kapanır.'' Herkes derin bir oh çekip birbirine sarılırken Gizem'in hâlâ sessizce ağladığını fark edince yanıma gelmesini işaret edip kucağıma oturttum. ''Bugün senin en mutlu günün, ağlama artık'' diye kulağına fısıldarken Uygar ile göz göze geldim. Eminim Gizem için yapacağı konuşmayı sona bırakacaktı. Ve bu beni bile ağlatacağa benziyordu.
''Bir diğer konu ise bu sabahki mahkeme. Aslında mahkemeler.''
''Mahkemeler mi?'' diye atlasam da Uygar sadece gözlerime baktı.
''Bugün hepimiz için güzel bir başlangıç olsa da en güzel başlangıç sizin'' diyerek annemi gösterdi ve tekrar bana baktı. İşte şimdi ortama ayak uydurup gülümsemeye başlamıştım. Sözlerine devam edip saatlerdir duymak istediklerimi söylemesini beklerken ceketinin iç cebinden bir şey çıkarıp bana doğru uzattı. Elindekinin bir kimlik olduğunu görüp aldığımda annem sıkıca omzumu tuttu. Kimliğin ad kısmında Duru, soy ad kısmında Çiçek yazıyordu.
''Bugünkü mahkemelerden birisi annen için diğeri de küçük Derin içindi'' dediği anda görüntüsü puslandı. ''İyi ki doğrun Duru'' denilirken durumu idrak edememiş olmamı bir kenara bırakıp Uygar'a bakmayı sürdürdüm. Gülümsüyordu. Bir şeyleri sonunda yoluna sokabilmiş olmanın verdiği huzur gülüşünde parlıyordu.
''Artık Hülya Hanımın da kardeşinin de Hakan ile hiçbir alakası kalmadı Derin Ilgaz. Küçük Derin artık Duru oldu. Hakan'ın değil annenin soyadını taşıyor.''
''Bense artık Hakan'ın karısı değilim'' diye kulağıma eğilerek fısıldadı annem. Sesindeki o rahatlamışlık ve gücü iliklerime kadar hissederken tüylerim diken diken olmuştu. Bir yandan kahkahalar atmak isterken bir yandan hüngür hüngür ağlamak geliyordu içimden. Gözlerimden akan yaşlara aldırış etmeyip gülümseyerek yüzüne baktım. Onunda gülen gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Arkasında oturan Deniz'in de aynı durumda olduğunu gördüğümde Gizem'i kucağımdan indirip artık küçük Duru'muz olan kardeşimi kucağıma aldım. Herkes sessizliğe gömülmüşken sanki güzel şeyler olduğunu hissetmiş gibi kocaman gülüşü sessizliği silip attı. Onun için o kadar çok seviniyordum ki...
''Aramıza tekrardan hoş geldin, Duru Çiçek. Adın gibi güzel, duru bir hayatın olsun küçüğüm.'' Kokusunu ciğerlerime doldurup saçlarını öperken şu hayatta nadiren hissettiğim o tarifini bir türlü yapamadığım ferahlık doldu göğsüme. Mutluydum çünkü yaşanılan hiçbir şeyi idrak edemeyecek kadar küçüktü. Mutluydum, Hakan gibi bir adamın babası olduğunu asla bilmeyecekti. Evet, babasız büyüyecekti ama Hakan her birimizin geçmişinde taşıdığı bir leke olarak kalacakken onun için öyle olmayacaktı. Kötülüğün ne demek olduğunu bilen ve ondan uzak durmak için çabalayan bu kadar insanın içerisinde büyüyecekti o.
Duru'ya sımsıkı sarılırken bir yandan da yanımıza gelen Deniz'in elini sıkıca tutarak gülümsedim. Yalansız, acısız bir gelecek için ömrümüzün sonuna kadar ellerimizin hep böyle sıkı sıkıya kenetleneceğinden şüphem dahi yoktu. İçimizdeki yaraları sarmanın artık tam vaktiydi. Kendimiz için. En çok da Duru için.
Bir an Uygar'ı unutmuş olsak da toparlanıp ona doğru döndük. Konuşmasının devamını yapabilmek için bizi beklediğini görünce gözlerimi yavaşça kırpıp devam edebileceğini işaret ettim. O anda tekrardan derin bir nefes alıp verdi ve Gizem'e bakmaya başladı. Hepimizin sessizliği bir kat daha arttı bir anda. Bugün bir ocaktı. Gizem'in doğum günü olmasının yanı sıra Uygar'ın annesinin ölüm yıl dönümüydü. Uygar ilk defa bu günde yalnız başına değildi ve Gizem hayatında ilk defa doğum günü kutluyordu. Şu an hepimiz bunu bildiğimiz için sessizce ikisinin birbirine bakışını seyrediyorduk. En fazla otuz saniye süren bu bakışmanın altında on dört yılın acısı ve özlemi yatıyordu.
''Bugün,'' dedi ve duraksadı birden. Ağlamaz diye düşünüyordum ve içimden ağlamaması için de yalvarıyordum.
''Bugün Duru'nun kimliğini çıkarırken doğum günü olduğunu fark edip kutlamayı teklif ettiğim sırada Gizem'in de doğum günü olduğunu hatırladım. Hatırladım diyorum çünkü ocak ayının biri benim için yıllardır hep tek bir anlam ifade ediyordu. Ama durup düşündüm ve ilk defa bugün annemin on dördüncü ölüm yıl dönümü değil de Gizem'in on dördüncü yaş günü dedim kendi kendime. Yıllarca içimde yaşadığım acıdan kaçmak için sığındığım çocukça sebeplerden dolayı küçük bir çocuğun hayatını böylesine mahvetmiş olduğum için ilk defa utandım kendimden. Ve bunu hayatıma giren, hayatı mahvolmuş küçük bir kız çocuğu sayesinde aşmayı başardım. Yaşına rağmen öylesine olgun ve güçlüydü ki her şeyi bildiğini düşünen ben, ondan şu zamana kadar pek çok şey öğrendim. Ailenin ne demek olduğunu ailesi için verdiği savaşa şahit olurken öğrendim mesela. Yıllarca bir haber olduğu kardeşlerine ulaştığında onlara sımsıkı tutunup yaşadıklarının üstesinden gelmeye çalıştığında fark ettim Gizem'in içimdeki acının asıl dermanı olduğunu...'' Ağlamaması için içimden yalvarıp durduğum adam karşımda yüzü güldüğü halde yanaklarından süzülen gözyaşlarını siliyordu. Ağlayan bir tek o değildi. Cemal usta da dâhil herkes sessizce akıtıyordu gözyaşlarını.
Arkasını dönüp hızlıca yanaklarını kuruladıktan sonra öksürerek boğazını temizledi ve yutkundu.
''Bu yüzden bugün bu iki güzel küçük kıza teşekkür etmek istiyorum. Birisine hayatıma girip beni olgunlaştırdığı için diğerine de ona yaşattığım her şeye rağmen benden vazgeçmediği için... Ayrıca'' diyerek Gizem'e doğru elini uzattı. Gizem ilk önce dönüp bana bakınca uzanıp gülümseyerek gözyaşlarını sildim ve başımda Uygar'ı işaret ettim. Uygar'ın uzattığı eli ürkekçe tutup ayağa kalktı. Uygar ardından eğildi ve kollarından tutup onu kucağına alarak sıkıca sarıldı.
''İyi ki doğdun Gizem Atahan. İyi ki doğmuşsun güzelim...'' Gizem'in sessiz gözyaşları hıçkırıklarına karışırken mutlu bir başlangıç yapmaya hazırlandığımız günde bile hep beraber gözyaşlarına boğulup kalmıştık. Aslında hüznün yanı sıra ikisinin arasının artık düzelmiş olmasının verdiği mutluluktan ağlıyorduk da denilebilirdi. Mutluluk gözyaşlarıydı bunlar bir nevi. Bundan sonraki hayatımızda bir tek bu sebepten aksın istiyordum artık gözyaşlarımız. Yaşanılanlardan sonra bunu dilemek en büyük hakkımızdı çünkü.
''Aman be abi! İki gülüp eğlenelim dedik salyamız sümüğümüz birbirine girdi yine.''
''Bunu demek her seferinde gururumu incitiyor ama Doruk haklı be oğlum. Ben bile ağladım bu sefer, bak,'' diyerek gözlerini kırpıştırdı Emre. Herkes bulduğu peçetelere uzanırken gülüşmeye başlamıştık bile. Uygar Gizem'i öpüp kucağından indirdikten sonra yanıma gelip eğilerek başıma küçük bir öpücük kondurdu ve Emre'ye döndü.
''Doğruyu söyle, konuşmama duygulandığın için mi ağladın yoksa senin meyveli pastan dururken hazır pasta aldığımız için mi?'' diyince Doruk kahkahayı patlattı. Uygar da ortamı yumuşatmaya başlayınca herkes ölüm yıl dönümü mevzusunu bir kenara bırakmaya çalışıp parti havasına girdi.
''Bak, görüyor musunuz? Gerçek dost budur işte. Nasıl da çözmüş beni'' diyip Emre de ortamı biraz yatıştırmaya yardım edince ben de ayağa fırladım. ''Emre'nin meyveli pastalarının tadını vermez ama şunların tadına bir bakalım o zaman.'' Ahsen ve Aslı da bana katılınca herkes sandalyelerini masaya doğru çevirdi ve pastaları servis etmek için kenara geçtik. Bir yandan pastaları dilimlerken diğer yandan Emre ve Doruk'un Uygar'a sataşmalarına gülüyorduk.
''Uygar sende de ne cevherler varmış da haberimiz yokmuş. Bizim kızın seni değiştirdiğini hepimiz görüyorduk da içindeki duygusal adamı böylesine dışa çıkaracağını tahmin bile edemezdik.''
''Senin âşık olduğun bir dünyada hiçbir şey imkânsız değil Emre, boşuna laf çarpma adama'' Emre Doruk'un sözleri üzerine biraz duraksayıp kaşlarını çattı ve ''bana bak, bugün hep sana hak vereceğim şeyler söyleyip duruyorsun yeter artık, bünyem alışkın değil. Özüne dönüp saçmalamaya devam eder misin kardeşim?'' dedi ve bir kez daha Doruk'a kahkaha attırdı.
''Pasta ye pasta, sinirlerin gerilmiş senin'' diyerek bir çatal pastayı zorla Emre'nin ağzına soktu. ''Hem bak insanlar değişirmiş. Uygar değişti, sen değiştin, Birkan desen aylardır hayatına fotosentez yaparak devam ediyor. Bana da bir yenilik şarttı.'' Hepsinin o an yapmak istediği şeyi Birkan anlamış gibi eğildi ve Doruk'un ensesine bir tane vurdu.
''Canım kardeşim, bir kere mantıklı bir adam olmaya tipin müsait değil. Bak bana, fotosentez dahi yapsam sırıtmıyor ama sen...''
''Derin, bunlar hâlâ dün içtikleri içkinin etkisinde galiba. Baksana şu hallerine.'' Ahsen'in kulağıma eğilip söylediği şeyden sonra sessizce gülüp masadakilere baktım. İlk düşündüğüm şey ise ne kadar kalabalık olduğumuzdu. Dün yılbaşı kutlamak için bir araya geldiğimizde de aynı şeyi düşünüp düşüncelere dalmıştım. Şimdi yine aynı kadro ile bir aradaydık. Yine kendimize bir masanın etrafında toplanıp gülüp eğlenecek bir şeyler bulmuştuk.
''Her şey bir yana ne güzel kocaman bir aile olduk'' dedi bir anda Aslı, tam da düşüncelerimin üzerine.
''Ben de tam onu düşünüyordum'' diyip gülümsediğimde Uygar sandalyesine yaslanıp bana bakmaya başladı. O sırada kestiğim pasta dilimini tabağa koyup ona doğru uzattım. Elim havada öylece beklerken o sadece bana bakıyordu. Kim bilir aklından yine neler geçiyor diye düşünürken kendi kendine gülüp elimdeki tabağı aldı. Merakıma yenik düşüp neden güldüğünü sorsam da yanıtı sadece omuz silkmek oldu.
Kızlarla yerlerimize oturup sohbete katılmaya başladığımız sırada herkes masaların altından hediye paketlerini çıkarmaya başladı. Bir anda küçük bir kargaşanın içerisine girildi. Şu hediye Duru'nun bu hediye Gizem'in derken Uygar masanın altından bir anda elimi tuttu. Hediyesini vermeyen bir tek o kalmıştı ve şu an elimi böylesine sıkıca tutuyor oluşu benden cesaret almak istediğini düşündürmüştü. Ben de ellerini sıkıca tutup gözlerine ''hadi'' dercesine bakınca ağaya kalktı ve küçük odaya gidip elinde büyük iki kutu ile döndü. Benim gibi herkesin en merak ettiği şey eminim Uygar'ın hediyesiydi.
Üstteki kutuyu anneme doğru uzatıp Duru'nun hediyesi olduğunu söyledikten sonra elinde kalan kutuyu tereddüt ederek Gizem'e uzattı. ''Bunları sana vermeyi çok önceden beri düşünüyordum ama bir türlü fırsat bulamamıştım.'' O an hepimiz o kutudan çıkacak olan şeylerin Uygar'ın annesi Melike Hanım'a ait olduğunu anlayınca sessizce arkamıza yaslanıp beklemeye başladık. Gizem kucağındaki bütün hediye paketlerini bir kenara koyup Uygar'ın uzattığı kutunun kurdelesini açtı. Titreyen küçük parmaklarından onun da kutuda ne olduğunu az çok tahmin ettiğini anladığımız sırada kutuyu açıp öylece kaldı. O sırada Uygar yeniden masanın altından ellerime sarıldı. Pür dikkat Gizem'e bakıyordu.
''Daha çok şey var ama taş eve gitmeye vaktim olmadığı için şimdilik bunları vermek istedim.'' Gizem o sırada kutuya elini attı ve bir yandan gözyaşlarını silip diğer yandan gülerek ''kucağındaki ben miyim?'' diye sordu. Bize doğru çevirdiğinde gülümseyip başını salladı.
''Halimden pek memnun değildim tabii o zamanlar. Ama babamın zoruyla çekildiğimiz üç beş tane fotoğrafımız var.'' Gerçekten de Gizem'in çevirip gösterdiği her fotoğrafta Uygar'ın yüzündeki gülümsemenin ne kadar zorlama olduğu fark ediliyordu. Buna rağmen Gizem'in yüzündeki mutluluğu görmek paha biçilmezdi.
''Bunlar da mı benim?'' Birçok fotoğrafı daha gösterdi. ''İlk defa bebekliğimi görüyorum'' diyerek kendi fotoğraflarına sarılınca şu anda Uygar'ın yüz ifadesini kaçırmamalıyım diye düşünüp Uygar'a baktım. Gözlerinin içi ışıl ışıl parlıyordu resmen. Hatta onu ilk defa böylesine huzur dolu görüyordum.
Gizem annesinin de olmak üzere bir sürü fotoğrafa baktıktan sonra en son kutudan bir elbiseyi çıkarıp havaya kaldırdı. Kırmızı ve siyah renklerin hâkim olduğu uzun, pilili ve kadife elbiseye hayranlıkla bakmaya başladığı sırada Uygar ''anneme aldığım ilk hediyeydi'' dedi. Gizem'in yaptığı ilk şey elbiseyi koklamak olunca Uygar ellerimi bir kez daha sıkmaya başladı. Ben de aynı şekilde ellerini sıkıca tutup onu sakinleştirmeye çalışırken Gizem elbiseyi giymek istediğini söyleyince karşı çıkmayıp yandaki küçük odayı gösterdi. Biliyordum, şu an onun için Gizem'in mutluluğundan daha önemli bir şey yoktu fakat içten içe canı yanıyordu. Annesi söz konusu olunca o hâlâ küçük bir çocuktu çünkü. Gizem annesine bu kadar çok benzerken birazdan onu o elbisenin içinde gördüğünde hissedecekleri kim bilir canını nasıl yakacaktı.
''Geleyim mi?'' İçeriden gelen soruya hepimiz aynı anda evet derken yavaşça dışarı çıktı. Üzerine biraz bol gelse de sarı saçları ve beyaz teniyle çok güzel durmuştu elbise. Herkes ilk tepkiyi Uygar'dan bekliyor olacaktı ki sessizce bakıyorlardı sadece.
''Abi?'' diye onay beklercesine konuşup Uygar'a doğru yaklaştığında Uygar'ın avuçlarımdaki eli yok oldu. O an kalkıp gidecek sanarak ona doğru döndüğümde sakince Gizem'e bakıyordu.
''Bir şey eksik'' dedi bir anda. Uzanıp kutunun içerisinden siyah taşları olan taraklı bir toka çıkardı ve gidip Gizem'in saçlarına taktı. ''Şimdi oldu.'' İkisinin arasında geçen bakışma hepimizin içini yakarken Uygar Gizem'in elini tuttu ve kendi etrafında bir kez döndürdü. Ardından yüzü gülmeye başlayınca derin bir nefes alıp verdim. En azından artık Gizem'in annesine benziyor oluşu canını yakmayacaktı. Ondan uzak durduğu zamanlarda ona acı veren bu benzerlik şimdi ona böylesine sıkıca tutunuyorken belki de acılarının ilacı olacaktı.
''Ustam'' diye seslendi hepimiz sessizce onları izlerken. ''Hangi şarkıyı açacağını biliyorsun.'' Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken Usta yerinden kalkıp plakların başına gitti ve aralarından bir tanesini çıkarıp çalmaya başladı. Bunun üzerine Uygar ceketinin düğmesini ilikleyip elini Gizem'e uzattı. Ellerim kalbimin üzerinde gülümseyerek ikisine bakarken Gizem'i kucağına aldı ve Uygar'ın bana bazı gecelerde söylemesi için yalvardığım o şarkı eşliğinde dans etmeye başladılar. İkisinin de yüzü gülüyordu. İkisi de yıllarca birbirlerine hasret kalmış gibi bakıyordu. İçimin karanlık odaları ikisi birbirine güldükçe aydınlanıyordu resmen.
Şarkı bittiği anda kendimizi tutamayıp ayağa kalktık ve ikisini deliler gibi alkışlamaya başladık. Kendimize gelip yerimize oturunca Uygar da Gizem'i kucağından indirmeden gelip yerine oturdu ve sıkıca sarılıp başını başına yasladı.
Tüm gece boyunca Gizem Uygar'ın kucağında otururken ben de annemle Deniz'in arasına oturup Duru ile ilgilenmiştim. Konu konuyu açıp çocukluk anılarına, okul maceralarına varana kadar konuşulurken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. En sonunda Gizem de Duru da uyuyakalınca etrafı toparlayıp dağılmaya karar vermiştik.
Uygar kucağında Gizem'le yan koltukta otururken Diğerleri arkada oturuyordu. Gece boyunca maruz kaldığımız ses ve gürültünün ardından arabanın içerisindeki ağır sessizlik hepimizin uykusunu getirmişti. Böyle güzel bir günün ardından yastığa kafamı koyduğum anda uyurum diye düşünüyordum. Ki uzun zamandır ilk defa içim böylesine rahat bir şekilde kafamı yastığa koyacaktım.
Arabayı park edip eve girdiğimizde herkes uyuyacağını söyleyince odalara yöneldik. Tam merdivenlerden çıkacağım sırada durup Deniz'e döndüm. ''Sabah hastaneye kaçta gideceksin? Ben de seninle geleyim.'' Bir an telaşa kapılıp sandalyesini bana doğru çevirdi.
''Yok gelme. Yanı gelmene gerek yok.''
''Efsun ile gidecekmiş'' diye imalı bir ses tonuyla araya atladı annem. Ardından yine imalı bir gülüş ile baktı. Deniz kaşlarını çatsa da ben kendimi tutamayıp güldüm.
''Ne var anne? Belki terapi esnasında da ders çalışacaklardır olamaz mı?'' diyip Deniz'e göz kırptım.
''Tabii, neden olmasın?'' Deniz sinirden kıpkırmızı olurken kendi kendine söylenerek odasına doğru gitmeye başladı. Efsunla tanıştıkları günden beri konuştuklarını hepimiz biliyorduk. Hatta şu an sevgili olduklarından emindik ama ikisi de bunu açık açık söylemeye bir türlü yanaşmıyordu. Kendi aramızda böyle küçük dalgalar geçsek de üzerlerine gitmeyip kendilerinin açıklayacağı günü bekliyorduk.
Annemi öpüp odaya çıktığımda Uygar da Gizem'in odasından çıkıyordu. ''Uyanmadı değil mi?'' diye fısıldadığımda başını sağa sola sallayıp gömleğinin düğmelerini açmaya başladı. İkimiz de fazlasıyla yorulmuştuk bugün. Zaten birkaç gündür doğru düzgün uyuyamıyorduk.
''Önce sen gir duşa istersen. Ben biraz uzanmak istiyorum,'' diyip kendimi yatağa attım. Gömleğini üzerinden çıkarıp kenara koydu. ''Birlikte de girebiliriz. Bence bu da güzel bir alternatif'' Dolabın karşısında durmuş konuşurken aynadaki yansımasından güldüğünü görebiliyordum. Gayet sakin bir şekilde ''olur'' diyince hızla kafasını bana çevirdi.
''Nasıl yani?''
''Bir mahsuru yok yani, olabilir diyorum'' Yüzündeki şaşkın ifadeyi görmek hoşuma gidince hiç bozuntuya vermeyip doğruldum ve ceketimin düğmelerini yavaşça açmaya başladım. Hâlâ inanamıyormuş gibi bakıyordu.
''Sen ciddisin'' dedi inanamadığını vurgularcasına. Ceketimi çıkarıp yatağın kenarına fırlattım ve kendimi geri yatağa bırakıp ''tabii ki de değilim'' diyerek güldüm. Suratı bir anda düşerken eline aldığı tişörtü koltuğun üzerine bırakıp ters ters baktı.
''Bu şakaların bir gün başına iş açacak ufaklık haberin olsun'' Gülmeye devam ederken başımın altındaki yastığı ona doğru fırlatıp yatağın diğer tarafına geçerek gözlerimi kapadım. Sessizce söylenmeye devam edip banyoya girdiğinde yattığım yerden doğruldum. Her ne kadar gülsem de günlerdir düşündüğüm konulardan birisi de Uygar ile aramda olan ilişkiydi. Birkaç gün önce kızlar ile bir arada otururken bana yöneltilen o malum soru ile ne yapacağımı şaşırmıştım. Uygar ile aramızda öyle bir şey yaşanmadığını söylediğimde çok şaşırsalar da bence şaşırılacak bir durum yoktu. İkisi de cesaret edemediğimi anladıkları için bana akıl vermeye çalışsalar da ben kendimden bir türlü emin olamıyordum. Yine de günlerdir bu konu hakkında düşünmekten de kendimi alıkoyamıyordum. Uygar en başından beri beni istemeyeceğim bir şeye zorlamayacağını zaten söylemişti. Ve ben bunca zamandan sonra benim de bunu istediğime fakat cesaretimin olmadığına kanaat getirmiştim. Çok karmaşık bir konuydu. Düşüncesi bile utanç vericiydi ama kitaplarda filmlerde olduğu kadar da normal bir şeydi aslında. Yine de biraz daha zamana ihtiyacım olduğunu düşünüyordum.
Tam bunları düşünürken beline bağladığı havluyu düzelterek banyodan çıkınca gözlerimi kaçırdım. Çünkü en ufak bir bakışım bile konuyu o taraflara çekmesine sebep oluyordu ve giderek köşeye sıkışıyordum.
''Duşa girecek misin yoksa önünde giyinmeye başlayayım mı?'' Dakika bir gol bir diye düşünürken yataktan zıplayıp banyoya koşturdum. Uygar'ın aklı belli olmaz diye düşünüp kapıyı kilitleyince içeriden ''beni iyi tanıyor oluşun bazen canımı sıkıyor'' diye seslendi. Kızların dediğine göre onu süründürüyordum. Şu an yaptığım şey tam olarak nasıl ifade ediliyordu bilemesem de verdiği sözün arkasında durmasını temenni etmekten başka bir şey yapamıyordum.
Çabucak duşumu alıp çıktığımda yatağa uzanmış telefonuyla uğraşıyordu. Beni görünce gözleri üzerimde biraz oyalandı ardından telefonu yatağa fırlatıp ayağa kalktı. Bir an bana doğru gelecek sansam da odanın kapısına yöneldi.
''Uykum kaçtı. Sen de üzerini giyin aşağıya gel. Bir şeyler içelim.'' Bu neydi şimdi, der gibi arkasında baka kalmıştım. Az önceki şakamdan dolayı olamazdı herhalde. Belki de ben banyodayken canını sıkacak bir şeyler olmuştu. Ya da tüm bunlar benim kuruntularımdı ve sadece uykusu kaçmıştı.
Güzel geçen bir günün ardından kötü bir şey olmasına fazlasıyla alışıkken bugün de böyle bir şey bekliyor olmam sanırım benim için normalleşen bir durumdu artık. Kuruntu yapmamaya çalışsam da aceleyle üzerimi giyinip aşağıya indim. Salonda olmasını beklerken bu soğukta bahçede olduğunu görünce duraksamadan edemedim. Üstelik üzerine hiçbir şey de almamıştı.
''Mis gibi yatağından kalkıp aşağıya hasta olmaya geldin sanırım'' Bahçeye açılan kapının hemen yanında duran koltukta bir polar battaniye duruyordu oysaki. Ama o sitemime aldırış etmeyip eliyle yanındaki sandalyeyi gösterdi. Dışarıda dayanılamayacak bir soğuk yoktu fakat poları da alıp öyle yerime oturdum. Ben gelmeden içmeye başlamıştı bile. Yanına oturduğum anda boş olan bardağıma biraz içki koyup sandalyemi kendine doğru çekti. Evet, hazırdım. Böylesi bir suskunluğun ardından ağzından dökülecek kelimeler tüm günün enerjisini içimden söküp alacaktı.
''Çok mu kötü, az mı?'' dedim ellerimle yüzümü kapatırken. Bir cevap beklediğim halde gelmeyince parmaklarımı suratımdan çektim. Elindeki kadeh havada kalmış bir halde ne yaptığımı sorguluyor gibi bakıyordu.
''Ne kötüsü? Yine ne geçiyor senin o kafandan?'' Yüzüne yansıyan o ifade bir an dediğimi sorgulatırken bu sefer onun neyi kastettiğini anlayıp yüzümü buruşturdum. ''Yok, öyle değil. Dur bir dakika demek istediğim bu değil. Yani...'' Kendimi ifade etme fırsatı bile vermeden sandalyelerimizi iyice birleştirip kolunu boynuma sardı ve poları biraz üzerine çekti. Soğuk havaya rağmen sıcacık olan tenine temas edince susup kaldım.
''Gün boyunca yeterince konuştuk biraz susmaya ne dersin?'' Uzun zamandır duyduğum en güzel teklifti bu. Susmak. Ama öncesinde aklımdaki soruları susturmalıydım.
''Az önceki sorumun nedeni kötü bir şey olduğunu sanmamdı. Yüzün düştü sanki bir anda. Bir sorun yok değil mi?''
''Soruna cevap verirsem benimle bir süre susacak mısın?'' Canıma minnet diye düşünüp başımla onayladım. O da bir şey olmadığını sadece yılların yorgunluğu olduğunu söyleyip öylece sustu. Yılların yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışan bir yılların yorgunu ile ''tıp'' oynuyordum. Dilime hükmedebildiğim kadar düşüncelerime edemiyordum ne yazık ki. Sessizliğin içinde nefes alışverişleri ve kalp atışları haricinde sadece hafifçe esen rüzgârın sesi vardı gecede. Aklımda ise rahat geçen böylesi bir güne rağmen onlarca soru... Belki biraz olsun beynimi uyuşturur ve susturur diye içkimi tek seferde içtim. Yetmedi bir bardak daha ve ardından bir bardak daha. Beşinci bardağın ardından kulaklarım hafiften uğuldamaya başlarken zihnimin içindeki kargaşa biraz olsun duruldu ve odağım tamamen kalp atışlarıydı artık.
''Konuşabilir miyim'' diye çekinerek fısıldadım dayanamayarak. Cevap niteliğinde bir el işareti geldiğinde yüzümü hafifçe yüzüne çevirip boynuna sarıldım.
''Bugün olanlar için teşekkür etme fırsatı bulamadım bir türlü. Teşekkür ederim.'' Ben konuşuyordum ama o hâlâ sessiz kalmayı tercih ediyor gibiydi. Yine cevap niteliğinde bir gülümseme ile daldı gitti. Tam konuşmaya başlayacağım sırada bu sefer o hareketlendi.
''Aslına bakarsan,'' dedi bahçe kapısından içeri girerken. ''Henüz ben tam anlamıyla teşekkür edemedim sana.'' Ne demek istediğini anlamaya çalışırken çoktan bir yere gidip gelmişti bile. Elinde bir kutu ile tekrar yanıma oturduğunda küçük kutunun içerisindekinin bir teşekkür hediyesi olabileceğini düşünüp gülümsedim.
''Ne bu? Bana mı?'' Evet, diyerek kutuyu bana uzattığında içinden ne çıkarsa çıksın beni mutlu edeceği için içim karıncalanmaya başladı. Kutuyu açtığımda gülümsemem yüzümde donarken şaşkın gözlerim gözlerini buldu.
''Ama bu...''
''Evet, bugün diğer tekini Gizem'in saçına taktığım saç tarağı.'' Dokunduğum anda kanatlanıp uçmasından korkar gibi tek parmağımı siyah zümrütlerle oluşturulmuş desenlerin üzerinde gezdirdim. Annesine ait olan bir şeyi bana veriyor olması onun gözündeki ve kalbindeki yerimi bana bir kez daha gösterirken susup kaldım. Galiba konuşma sırası ondaydı.
''Her erkeğin hayatını iki kadının değiştirdiğini duymuştum bir ara. Birisi anne diğeri ise eş. Annem bu dünyadan çekip giderken bile sanki iyiliğimi düşünürcesine bana Gizem'i bırakıp gitti. Şimdi ise sen... Varlığın bile başlı başına bir hediyeyken hayatımı daha da güzel bir hale getirmek için durmadan çabalıyorsun. Dünyadaki çoğu erkeğin sahip olamadığı iki güzel kadın dokundu hayatıma. Hatta ne mutlu bana ki üçüncüsü de yukarıda uyuyor şu an.'' Sevgisini çoğu kez dile getirmiş olmasına bir kez daha hayranlıkla söylediklerini dinliyordum. Her seferinde ruhuma böylesine dokunmayı nasıl başarıyordu anlamıyordum ama bir kez daha hayranlıkla gözlerinin içine bakakalmıştım. Sözlerinin gücünü bu gözlerde görebiliyor olmak tarifi imkânsız bir histi. İkimizin de birbirine karşı hissettikleri sadece aşk değildi. Sadakatti, sevgiydi, saygı ve de hayranlıktı. İkimizde birbirimizin hayatındaki yerlerin farkındaydık ve bunu bilerek yaşamak şu hayattaki her türlü zorluğu aşmak için ömrümüz boyunca yetecek gücü veriyordu. Ne kadar şansızlıklar yaşamış olsak da birbirimize sahip olmanın bizi ne kadar şanslı kıldığının da pek tabii farkındaydık.
Tek kelime bile edememiş olsam da benim onun gözlerinden anladığımı o da benim gözlerimden anlıyordu şu an. Bu yüzden sessizce kutunun içinden saç tarağını aldı ve nazik bir şekilde saçlarıma tutturdu.
''Yakıştı,'' dedi gülümsedikten sonra. Ne kadar teşekkür etsem de az kalacaktı ama yine de teşekkür edip saçımdaki tokaya dokundum. Bu onun kalbine dokunmak gibi bir şeydi benim için. Yüreğindeki sevgiye, hüzne, yıkımlarına, umutlarına parmaklarımla nazikçe dokunmaktı resmen. Her şeyden önemlisi yüzündeki gülümsemenin sebebi olduğumu hissetmekti.
Ve bir kez daha anlıyordum ki yaşadığım tüm bu acıların mükâfatı oydu benim için. Gecenin sonunda doğan güneş ne ise kışın ardından gelen bahar ne ise bunca acıdan sonra Uygar oydu benim için.Evet, nereden başlasam bilemiyorum. O yüzden direkt konuya dalıyorum arkadaşlar. Az önce okuduğunuz bölüm finalden bir önceki bölümdü. Yani yayınlayacağım bir sonraki bölüm ile neredeyse üç buçuk yıldır süren Gölge'nin serüveni son bulacak. Her şeyin bir sonu olduğu gibi Gölge'nin de sonuna gelmiş bulunmakta. Sanırım söyleyeceklerim bu kadar. Final bölümünün ardından küçük bir yazı ile içimi dökeceğim zaten. Şimdilik final bölümünde görüşmek üzere diyip gidiyorum. Seviliyorsunuz...