17. BÖLÜM

2.6K 124 27
                                    

                                                                            17. BÖLÜM
Medyadaki şarkı: Greg Haines- 183

Yüz seksen üç dakika. Üç saat üç dakika... Yaşanabilecek her türlü ihtimali düşünmekle geçen bunca zamanı bir sayaç gibi sayıyordum içimden. Ya bu da olursa dediğim binlerce ihtimalin sığdığı bu üç saatlik zaman diliminde Emre'nin her şeyi yok sayarak sadece gaza yüklenmekle meşgul olduğu yolculuğumuz neredeyse İzmir sınırlarına dayanmıştı bile. İçten içe bizi kemiren huzursuzluk dilimizi kurutmuş gibi tek kelime dahi etmeden sürdürüyorduk yolculuğumuzu. Konuşmaya korkuyordum aslında. Düşünmekle bile beni tüketmeye yetecek kadar güçlü olan korkutucu ihtimalleri dile getiremeyecek, getirdiğim anda işittiğim şeyleri hazmedemeyecek kadar korkuyordum.

Hayatın içindekilerle olduğu kadar hayatın kendisiyle de sorunlarım bir türlü bitmiyordu. Bu yüz seksen üç dakika boyunca en çok da buna kanaat getirdiğim için susturmuştum kendimi. Bir gün benim bile karşı koyamayacağım bir şekilde son bulacak bu emanet hayatın önüme serdiği bunca yıla dönüp de bir bakınca uğradığım haksızlıklardan başka bir şey çıkmıyordu karşıma. Bana ve tutunduğum, sığındığım kim varsa hepsine karşı nişan alınan ne kadar ok varsa her biri tam da hedefini vurmuştu. Başka bedenlerde açılan yaraların sebebi olurken aslında kan revan içinde kalan hep ben olmuştum. Şimdi de durum buydu. Okun ucunda Gizem olsa da asıl hedef bendim. Yine sancıdan kıvranıp duruyordu işte zihnim. Hayat her zamanki gibi işliyor ve ben yine ezeli kurban statüsünde onun yörüngesinde dönüyordum.

''Derin!'' Uğuldayan kulaklarıma ilişen adım ile sese tepki verip soluma döndüm. ''Kaç kere seslendim duymadın. Toparla kendini. Kimseye bir şey olmayacak.'' Bir yandan olabildiğince gaza yüklenmeye devam edip diğer yandan elini uzattı ve omzumu sıkıca tuttu. En az benim kadar kötü bir oyuncuydu Emre. Yoldan ayırmadığı gözlerinde endişenin en saf hali alev gibi parlıyorken benden sakin olmamı istiyordu. Yine de ''tamam'' diyerek önüme döndüm.

''İstersen bir Uygar'ı ara. Son durum neymiş bir öğrenelim.'' Sessizce dediğini yapıp Uygar'ın numarasını tuşladım. O andan beri aramamıştı ve biz de aramaya cesaret edememiştik.

''Açmıyor,'' dedim, telefonun uzun bir süre açılmasını bekledikten sonra. ''Kesin kötü bir şey oldu Emre. Yoldayız diye, endişelenmeyelim diye bize haber vermiyorlar. Kesin Gizem'e bir şey oldu.'' Susmaktan kısılan sesim endişeyle titrerken Emre'nin titrek ama sert nefesi arabanın içine yayıldı.

''Kötü düşünme Derin. Uygar kim bilir nelerin peşindedir şimdi. Ondan bakamamıştır telefonuna. Hem bak geldik sayılır. Sakin ol sen.'' Çaresiz olmanın verdiği huzursuzluk ile yeniden sessizlik köşesine çekilip yola bakmaya devam ettim. Yapacak hiçbir şeyim yoktu çünkü. Ağlasam da, küfretsem de elimden tek bir şey gelmiyordu. Bu yüzden sıkıca tuttuğum telefonu arabanın ön kısmına bırakıp başımı koltuğa yasladım. Yolculuğu daha çabuk sonlandırmak istediğimden gözlerimi yumup yeniden saymaya başladım. Bir, iki, üç, dört...

''İn bakalım'' dediği anda başımı kaldırıp Emre'ye baktım. Hızlı bir şekilde emniyet kemerini açtıktan sonra benimkini de açıp arabadan indi. Bu kadar çabuk gelebilmiş olmanın verdiği afallama ile pencereden bahçeye doğru bakıp hızla kapıyı açtım ve Emre'nin arkasından koşar adım ilerledim. İlerledikçe görüş açımıza giren siyah takım elbiseli adamların arasında telefonla konuşan Uygar'ı gördüğüm anda adımlarım kendiliğinden hızlandı. Bizi gördüğü anda evi işaret edip telefonu kapattı. Bir an umursamayıp ona doğru yönelsem de Emre'nin omzumdan tutup eve yönlendirmesiyle arkama bakakaldım. Hâlâ bana bakıyordu ama önündeki bir grup adama bir şeyler anlatmaya da devam ediyordu.
''Çağla'yı öldürmeden içi rahat etmeyecek. Yine durmayacak, biliyorum. Baksana etrafındaki adamlara.'' Emre'yi umursamadan yine Uygar'a doğru yöneldiğim sırada Emre bu sefer bileğimden sıkıca tutup kendine doğru çekti. ''Yeter Derin! Uygar'ın öfkesinden nasibini almak istemiyorsan üzerine gitme. Onun illa ki kafasında kurduğu bir plan var. İyi ya da kötü. Önemli olan Gizem'in sağ salim gelmesi. Bunu unutma.'' Ne diyeceğimi ya da ne düşündüğümü önemsemeden eve doğru bileğimi bırakmadan yürümeye devam etti. Zeynep abla ağlamaktan bitkin düşmüş bir halde kapıyı açtığı anda yeniden ağlamaya başlayıp boynuma sarıldı. Emre bizi beklemeden içeriye doğru giderken Zeynep ablayı sakinleştirmeye çalışıp kapıyı kapattım.

''Derin ne olur bulun Gizem'i. Kim bilir nasıl korkuyordur küçük kuzum. Ne olur sağ salim getirin onu''

''Ağlama Zeynep abla. Gizem'e bir şey olmayacak. Uygar çabucak bulup getirecek onu, merak etme sen.'' Dilimden dökülenler beni bile teselli etmiyorken Zeynep ablayı sakinleştirmek çok güçtü. Yine de birlikte salona doğru yürüdük. İçerdekilerin durumu da ondan farksız değildi. Annem bir yanda ağlıyordu, Aslı bir yanda. Deniz ve Birkan her an birini öldürecekmiş gibi gözlerini bir noktaya sabitlemiş öylece otururken Doruk bahçede telefonla konuşuyordu. Herkes o kadar kendinden geçmişti ki içeriye girdiğimizi bile on saniye sonra fark edip bize baktılar.

''Derin'' diyerek ayağa kalkan anneme odaklanırken ona doğru birkaç adım attım. ''Hepsi benim yüzümden. Onu gözümün önünden ayırmamalıydım. Onu bir dakika bile yalnız bırakmamalıydım.'' Kelimeleri iç çekişleriyle bölünürken üzüntüsü gözyaşlarına karışıyordu. Ne diyeceğimi bilemediğimden sadece gözlerine bakıyordum ama o anda ellerimi tutup kendine doğru çekti.

''Bulun onu kızım. Yoksa bu vicdan azabıyla iki gün bile yaşayamam ben. Bulun onu!'' Olayın nasıl olduğunu henüz ben de Emre de bilmiyorduk. Neyse ki o benden önce davranıp sordu ve ben de böylelikle annemin çaresizliğinden ellerimi kurtararak başka yöne odaklanabildim.

''Sabah hastaneye giderken Gizem de gelmek istedi'' diye konuşmaya başladı Deniz. Hâlâ gözlerini sabitlediği noktaya bakıyordu. ''Sürekli evde olduğu için sıkıldığını biliyorduk bu yüzden gelmesine müsaade ettik. Hastanede annem benimle ilgilenirken tuvalete gitmek için izin istedi. Hemen geleceğine söz verip gitti. İzin vermemeliydik!'' Bir anda sesi yükselirken yanında duran masaya sertçe vurdu. Hızını alamayıp bir kez daha vurdu ve sonra bir kez daha. Küfrederek bir kez daha vurmaya yeltendiği sırada Emre öne atılıp kolunu tutarak onu durdurdu.

''Bırak ağabey! Bizim yüzümüzden kız kim bilir nerede şimdi.''

''Saçmalama oğlum. Senin ne suçun var? Biz oyuna geldik asıl. Hedefi Derin gibi gösterip Gizem'e oynadı. O yüzden kendini suçlamayı bırak. Hepimiz sakin olmak zorundayız.'' Onun konuşması annemin ağlamasını da durdurunca bundan cesaret alıp koluna girdim ve koltuğa oturmasına yardım ettim. Zeynep abla da yanına oturduğu sırada kapının sesi duyuldu.

''Uygar'' diye fısıldayarak o tarafa yönelirken bir anda karşımda durdu. Öfkesinden kızaran gözleri saniyelerce gözlerimde oyalandıktan sonra bir adım attı. Biliyordum onu. Güçlü olması gerektiğini düşünmese bunca yaşanılanın verdiği yük ile sarılır sinirden ağlardı. Sıktığı dişleri, titreyen çenesi ve yorgun yüz ifadesi benimde güçlü olmak için kendime yaptığım tembihlere balyoz gibi iniyordu.

''Gel buraya'' dediğim anda birkaç adım daha attı ve yavaşça kollarımın arasına girdi. ''Bulacağız onu. Ben onca zaman Hakan'ın elinde kalıp kurtulduysam Gizem'i bulmak bizim için çocuk oyuncağı sen de biliyorsun.'' Hiçbir şey demedi. Bunun yerine bedenimi saran kolları daha da sıkı sarmaya başladı beni. Şu an ona onun yaptığı gibi sarılmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden. İçerdekiler kadar ben de çaresiz ve endişe doluydum. Gizem'i kurtaracağımızı söyleyip durduğum halde o içimi kazıyan ihtimali de düşünmeden edemiyordum.

''Bu sefer de birilerini öldürmeyi düşünmüyorsun değil mi Uygar? Lütfen, bir kez daha böyle bir şeye tahammül edemem. Hem polisi arasak bu sefer daha iyi olur. Hadi polisi arayalım! Çağla, Hakan gibi İzmir'de saklanır mı sanıyorsun? Ya onu yurtdışına kaçırmaya çalışırsa? Ne olursun polise haber verelim.''

''Derin...''

''İtiraz etmeden bir düşün Uygar lütfen.''

''Sakin olur musun? Lafımı bitirmeme bir izin versen...'' Kollarının arasından çıkıp yüzüne baktım. İlk önce arkadakilere bir göz gezdirip sonra iç çekerek bana baktı. ''Olayı öğrenir öğrenmez polise haber verdik zaten. Doruk'un babası emniyetteki arkadaşlarını devreye soktu hemen. Havaalanları, otogarlar, kaçabilecekleri tüm yollar tutuldu. Ama biz de kendimizce aramaya devam ediyoruz.'' İlk defa öfkesine yenik düşmeden hareket ediyor oluşunu görmek bir nebze de olsa içimi rahatlatmıştı. Bunu yapmak onun kendini aciz hissetmesine neden oluyordu biliyordum, herkes biliyordu ama doğru olanın bu olduğunu kendisi de en başında fark edip doğru davranmıştı.

''Teşekkür ederim. Bu sefer olması gereken gerçekten de buydu.''

''Hayır, o kız her türlü hak ettiği sonu yaşayacak. Benim neden olduğum bir son da olmayacak bu üstelik. Kendi sonunu kendi hazırlayacak. Her şey istediğim gibi gidecek. Buna eminim'' Nasıl olacağını sorsam da cevap vermeyip omzumdan tuttu ve içeriye doğru yürümeye başladık. Emre'nin dediği gibi kafasında bir plan olduğu kesinleşmişti. Polisi devreye soksa bile kontrolü yine de elden bırakmayarak kendini rahatlattığını görmemek aptallık olurdu. Uygar, her zamanki Uygar'dı. Kendi istediğini oldurmadan işin peşini asla bırakmayacaktı.

Geleli neredeyse bir saat olmuştu fakat ne Uygar'ın adamlarından ne de polislerden bir haber vardı. Herkes her geçen dakikada biraz daha geriliyordu. Hepsinin kendince kendini Çağla'ya karşı bileyebileceği bir bahanesi vardı. Bu yüzden her saniye içimizden birisi sessiz sessiz söylenerek sakin kalmaya çalışıyordu. Bizi en çok korkutan ise Birkan'dı. Asıl ten renginden kat be kat açık neredeyse kireç gibi bir renge bürünmüştü suratı. Koltuğun üzerine bırakılmış bir heykel edasıyla milimetrik bir kımıldama dahi olmadan oturuyordu. Arada bir gözlerinin odağı değişiyordu hepsi o kadar. Bu sessizliğinin hayra alamet olmadığının herkes farkındaydı fakat kimse yanına sokulup ''iyi misin?'' diye sormaya dahi yeltenmiyordu. Her an patlamaya hazır kurulu bir bomba düzeneği gibi bakıyorduk ona. Doğal olarak hiçbirimiz böyle bir anda bombanın kendi elinde patlamasını göze alamıyorduk.

''Neden hâlâ bir ses çıkmadı? Birilerini arayıp sorsanız mı acaba?'' Gerginlik dorukta olsa da annem merakına yenik düşün sessizliği bozan kişi oldu. Herkes içten içe üzülüyordu ve endişeliydi lakin bu yaşananlara kendinin sebebiyet verdiğini düşündüğünden annem daha şimdiden kendini yiyip bitirmişti.

Uygar sessizce yanımızdan kalkıp Doruk'a başıyla bahçeyi işaret etti. Annemin sorusu ikisini harekete geçirirken bahçeye çıkıp bir şeyler konuşmaya başladılar. Sonra Doruk telefonunu çıkarıp birisini aradı. Ardından Uygar da bir telefon görüşmesi yaptı. Öfkeleri yüzlerine yansırken birkaç dakika daha bahçede tartışıp içeri girdiler. Hepimiz ağızlarından çıkacak tek bir kelimeye muhtaç halde onlara bakıyorduk.

''Çağla en son dün gece havaalanında görülmüş. Zaten hastanenin kamera kayıtlarında da yoktu. İstanbul'dan gelmeden Gizem'i kaçırtıp ardından yanına gitmiş. Bu yüzden hala bir haber yok. Beklemekten başka bir çaremiz de yok'' diyerek hepimize açıklama yaptı. Duymak istediklerimiz bunlar olmasa bile en azından yolun neresinde olduğumuzu öğrenmiştik. Çağla sandığımızdan daha kuvvetli bir giriş yapmıştı. Fakat yine de Hakan gibi çuvallayacağını göreceğimiz vakit çok yakındı. Bunu içten içe diliyor ve hissediyordum.

''Öylece bekleyecek miyiz?'' diye kendi kendine söylenen Deniz'e hızla dönüp baktım. Emre ile konuştuktan sonra tek kelime bile etmemişti şu ana kadar. Kafasında kurup susmak öfkesini daha da harlıyordu fakat konuşursa diğerlerinin öfkesine maruz kalacağından susuyordu tahminimce. Herkes öfkeliydi ve herkes bu öfkeyi kusacak bir yer arıyordu kendine. Bu yüzdendi evin bu denli sessiz oluşu işte.

''Beklemekle zaman geçmiyor ağabey. Bir şeyler yapalım. Ne bileyim çıkalım dışarıya biz de bir yerlere gidelim bakınalım.''

''Polisler gerekeni yapıyorlar Deniz. Hem bir yandan da onlarca adam var. Biz çıkıp sokak sokak arasak da bir işe yaramaz.'' Deniz'i cevapsız bırakmayan yine Emre olurken Uygar daha fazla dayanamayıp içki dolabına yöneldi. Eline ilk geçen şişeyi alıp yeniden bahçeye çıktı. Yalnız kalmasına göz mü yummalıyım yoksa peşinden mi gitmeliyim diye düşündüğüm sırada bile bahçeye doğru yürüdüğümü fark ettim. En azından yanında sessizce oturabilirdim.

Yanındaki sandalyeyi çekip oturduğumda tepki vermeyip şişeyi dudaklarıyla buluşturdu. İki koca yudumun ardından gözlerini bahçenin biraz ilerisindeki Gizem'in ektiği çiçeklere çevirdi. Uzunca, gözlerini bile kırpmadan bir süre baktığı sırada sessizce onu izledim. Canının yandığını yüzüne kim baksa görürdü şu an. Yeniden canından bir parçayı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.

''Tarih tekerrür mü ediyor dersin?'' Sessizliğine çaresiz ses tonu karışınca ne diyeceğimi şaşırıp arkama yaslandım. Ne cevap verilirdi böyle bir soruya? Hangi kelime içindeki kaybetme korkusunu dindirirdi? Kendimi bile inandırmakta güçlük çekiyorken onu hangi sözümle teselli edebilirdim şimdi?

''Önce annem, ardından babam, sen, Emre ve şimdi de Gizem... Neden hep kaybetmek korkusuyla yolum kesiliyor ufaklık? Sevdiklerimle mutlu olmayı hak etmeyecek kadar aşağılık, şerefsiz, kötü bir adam mıyım ben?''

''Uygar...''

''Seni kurtarabildim. Ya onu kurtaramazsam?''

''Uygar yapma böyle ne olursun.'' Oturduğum yerden kalkıp sandalyesinin önüne diz çöktüm. Hala Gizem'in ektiği çiçekleri seyrediyordu. Gözbebeklerinde titreyen gözyaşlarını gördüğüm anda buz tutmuş ellerini tuttum. Hani derler ya dokunsalar ağlar diye, işte o anda gözlerindeki pus indi yanaklarına. Titrek bir nefes ciğerlerine dolarken başını önüne eğip gözlerini yumdu.

''Biliyorum, yoruldun. Tüm bu yaşanılanlar ağır geliyor artık onu da biliyorum,'' diyerek dizlerinin dibine biraz daha sokuldum. Titrettiği dizini durdurup başını bacağına yasladım. O sırada biraz daha eğildi.

''Ama sen de biliyorsun ki bunca yaşanılan felaketin altından sağ çıkmayı başardık biz. Hâlâ yaralarımız taze, hâlâ sindirmeye çalıştığımız ağrılarımız, acılarımız var ama bu olayında üstesinden gelemeyecek kadar harabe değiliz henüz.'' Bir yandan konuşup rahatlamasını istiyordum ama bir yanım da susup konuşmamasını istiyordu. Titreyen sesiyle yaralarını dillendirmesine en fazla kaç saniye dayanırdım tahmin bile edemiyordum.

Bir süre sessiz kalması konuşmayacağını düşündürse de ''korkuyorum'' dediği anla ellerini sıkıca tutan ellerim kucağıma düştü. ''Yıkılmaktan, yıkılırsam kalkamamaktan korkar oldum. O kadar çok darbe yedim ki şimdiye kadar canım hangisinden yanıyor onu bile anlayamaz hale geldim. Söylesene ufaklık, ben bunca şeyi hak edecek ne yaptım?'' Hiçbir şey yapmadın diyerek boyuna sarılma isteği ile dolsam da hissizleşen bacaklarım buna izin vermedi. Cansız bir beden gibi dizlerine yığılmıştım ve içime akıttığı efkârını gözlerimden dışarı sızdırıyordum.

Bir buz dağının koca bir parçasının kopup sulara gömülmesine şahit olmak gibiydi bu halini görmek. Parçalanıyordu, eksiliyordu ve buna engel olamamak içimi sızlatıyordu. Yine de elimde kalan son parça güç ile yeniden sarıldım ellerine ve dizlerimin üzerinde durmaya zorladım kendimi. Bu önüne eğdiği başını kaldırıp gözlerime bakmasını sağladığında tuttuğum ellerini yavaşça öptüm.

''Olur da bir gün yıkılırsan ben seni kaldırırım. Bu yüzden korkma olur mu?'' Gözleri hafifçe kısıldı ben ondan cevap beklerken. Bu bile benim için bir cevaptı aslında. Dudağının belli belirsiz kıvrılışı yetmişti. Tamamdı bu ifadenin adı. Kırılan gücüme yapılan bir nevi yamaydı dayanacağını söyleyen bakışları. Hep böyleydik ya zaten biz. En dibe çöktüğümüz anda kendimizi bırakmaya yeltensek bile birden çırpınarak yüzeye çıkmayı başarıyorduk. Ve az önce bir kez daha çırpınmaya başlamıştık. Yüzeye varış ne kadar meşakkatli olursa olsun çıkabileceğimize olan inancımız bu sefer de vardı.


İçeriden yükselen havlama seslerini sonradan duymaya başladığımı fark ederek eğilip içeriye baktım. Herkes ayağa kalkmıştı ve Doruk bize doğru geliyordu. Bir gelişme olması umuduyla Uygar'a tutunup ayağa kalktığımda dışarıya çıkmadan bana eliyle gelmemizi işaret etti. ''Bizi çağırıyor'' dediğimde ise Uygar benden önce davranıp içeri doğru koşar adım gitti. Diğerlerinin yanına yaklaştığım sırada kapının önünde bekleyen adamlardan birinin konuştuğunu gördüm.

''Ne o? Ne var o zarfın içinde?'' diyerek Birkan'ın yırtarak açtığı zarfa atıldı Uygar.

''Motorlu birisi bahçe kapısının önüne atıp hızla kaçtı Uygar Bey. Bizimkiler arabayla peşine düştüler. Eğer yakalarlarsa belki bir şeyler bulabiliriz.'' Adamı dinlemiyor gibiydi. Çünkü zarfın içinden çıkan kâğıda gözlerini kırpmadan bakıyordu.

''Ne yazıyor Uygar, söylesene ağabey.'' Kimse ne olduğunu bile anlamadan Uygar elindeki kâğıdı yere fırlattı ve adamın yakasını sıkıca tutup sarstı. ''Söyle o adamlara bu zarfı bırakanı bulmadan gelmesinler. Yoksa hepinizi öldürürüm duydun mu beni, hepinizi...'' Emre araya girmese Uygar'ın adamı bırakacağı yoktu. Nefessiz kalan adam hızlı adımlarla uzaklaşırken hepimiz Birkan'ın okuduğu kâğıda baktık.

''Ne yazıyor biri okusun artık!'' Birkan da yazanları okuduktan sonra taş kesilince dayanamayıp elinden kâğıdı çektim ve aldım. ''Sesli oku,'' diyerek yanıma sokuldu o sırada Aslı. Küçük bir paragraf olduğunu görünce gerilsem de hızlı bir şekilde okumaya başladım.

''İnanmamıştınız değil mi? Yapabileceğime, istediğimi alabileceğine inanmamıştınız. Peki, o zaman çıkın ve Gizem'in odasına bir bakın. Orada mı? Hayır. Çünkü olması gerektiği yerde, benim yanımda. Üstelik sizin yanınızda olduğundan daha güvende. Eminim sizin veremediğiniz mutluluğun kat be kat fazlasını da vereceğim ona. Bu yüzden çırpınmayı bırakıp onun yokluğuna alışmaya çalışmayı deneseniz iyi edersiniz.''

''Şeytan!'' diye bağırarak ilk tepkiyi veren Aslı oldu. Arkasından Birkan bir şeyler mırıldanıp dayanamayarak kendini bahçeye attı.

''Bu kız ölmeden bize rahat yok ağabeycim. Yakalansa da hapse de girse eli kolu durmaz bu iblis ruhlunun.''

''Yaşamayacak zaten Doruk. Yaşayamayacak.'' Onu az önce halsizleştiren öfke şimdi içinde alevlendikçe alevleniyordu. Sakinleştirmek adına tek bir adım atmaya yeltenmemem gerekiyordu şu an sanırım. Bu pimini çekmekten başka bir işe yaramazdı.

''Hapse girdiğinde mi bir şeyler yapmayı planlıyorsun yoksa?'' Ben sussam da Doruk susmuyordu. Sus dercesine gözlerine baksam da susacağı yoktu.

''Öyle bir hale gelecek ki ölümü kendi elinden olacak. Bizim hiçbir şey yapmamıza gerek kalmayacak. Bundan adım kadar eminim.'' Ne dediğini ya da ima ettiğini hiçbirimiz anlamıyorduk. Bir plan mıydı bu yoksa sadece tahminde mi bulunuyordu çözememiştik. Sormaya da niyetim yoktu açıkçası.

Gelen zarftan dolayı herkes vurgun yemiş gibi bir kenara otururken yeniden kapı çaldı. Bir anda herkes birbirine bakıp ayağa kalktı. Ağlamaktan güçsüz düşen Zeynep abla bile bir anda kapıya koşturdu. Birkaç saniye sonra zarfı getiren adam ve yanında yüzü kanlar içerisinde bir genç salona geldi.

''Ne yaptıysak konuşturamadık Uygar Bey. Bir şey bilmediğini söyleyip duruyor.'' Adamların yarım bıraktığı işi tamamlamak ister gibi yirmili yaşlardaki gencin yakasına yapıştı Uygar. İlk sorduğu soru ''Çağla nerede?'' oldu.

''Ağabey vallahi bilmiyorum. Çağla kim onu bile bilmiyorum. Bir adam zarfı ve adresi verdi, biraz da para verdi. Onun haricinde kimseyle bir ilgim yok benim.'' Ağzındaki yara yüzünden konuşmakta zorlansa da ne dediği anlaşılıyordu. Anlaşılıyordu fakat söylediklerini Uygar anlamak istemiyormuş gibi bir anda yumruğunu suratına salladı. Zaten yediği dayak yüzünden kendinde olmayan adam yediği yumruk ile iyice kendinden geçti ve Uygar'ın elleri arasından kayıp yere yığıldı.

''Dışarıda ayıltın şunu. Sonra da bindirin arabaya emniyete götürüp Komiser Zafer'e teslim edin. Belki kamera kayıtlarından bir şey çıkar.'' Adam Uygar lafını bitirir bitirmez yerdeki adamı sırtlayıp dışarı çıktı. Her birimiz birbirimizin gözünün içine bakıp duruyorduk. Salonun ortasında volta atan Uygar dışında herkes hareketsiz bir halde durmuş ne diyeceğini düşünür gibi bakınıyordu. Gerginliği kırmak adına ilk önce ben oturunca hepsi eski yerlerine geçip oturdu.

''Emre bahçeye çıkıp bir Birkan'a bak istersen. Öfkeyle kötü bir şey yapmasın.'' Bir bahçeye bir Uygar'a baktıktan sonra gitmeye karar kılıp bahçeye çıktı. Kime yetişeceğimi şaşırmış bir halde etrafa bakındım. Birini teselli etmeye çalışsam öteki çıldırıyordu. Biri sakinleşse diğeri ağlamaya başlıyordu. Evde bulunan hiç kimse psikolojik açıdan sağlam değildi bugün...


Saat çoktan gece yarısını geçmişti. Zeynep abla bir şeyler yememiz için ısrar etse de şu saate kadar hiçbirimiz tek lokma yiyememiştik. Onun yerine yaptığı kahveleri içmekle yetinmiştik sadece. Hiçbirimiz uyuyabilecek durumda değildik zaten. Her an gelebilecek bir haber için tetikte bekliyorduk hâlâ. Ama zarfı getiren adamla ilgili de olsa en ufak bir ses çıkmamıştı henüz. Böyle elimiz kolumuz bağlı oturmak gücümüze gidiyordu ama yapmak istesek de yapabileceğimiz bir şey olmadığını biliyorduk. Aslında yapabildiğimiz tek şey şu an salonda bulunan herhangi birinin öfkesini kusmasına şahit olmamak için sessizce oturmaktı. Bu yüzden korkunç bir sessizliği soluyup huzursuzluğumuzu sineye çekiyorduk.

Hâl buyken Uygar bir anda oturduğu sandalyeden fırlayıp sehpanın üzerindeki araba anahtarlarını aldı. Hiçbir şey demeden dış kapıya doğru yürümeye başladı. ''Nereye?'' diye Emre ile aynı anda sorduğumuzda arkasına bile bakmadan ''daha fazla burada oturup bekleyemeyeceğim'' diyerek yürümeye devam etti.

''Derin sen de Uygar ile git. Bir şey olursa onu en kolay sen sakinleştirebilirsin.''

''Doruk haklı, sen de git'' diyince Emre, Uygar'a yetişebilmek için koştum. Tam kapıdan çıktığım sırada arabaya biniyordu.

''Ben de geliyorum!'' diye seslendiğimde hiçbir şey demeden sadece durup baktı. Sonra arabaya binince ben de hızlı davranıp yanındaki koltuğa oturdum. ''Bana göz kulak olman için arkamdan yolladılar seni değil mi?'' Bahçe kapısının açılmasını beklerken dönüp böyle bir soru sorunca omuzlarım kalktı.

''Eh, az çok tanıyorlar seni. Kalkan olarak da beni seçtiler haliyle'' diyince ağır ağır gözlerini kırpıp önüne döndü. Ardından gaza yüklendi. Göz açıp kapayıncaya kadar emniyete vardığımızda Evde adı geçen Komiser Zafer'in yanına gittik. Adam Uygar ile tokalaştıktan sonra bizi odasına götürdü.

''Bir haber var mı?''

''Ben de Doruk'u arayacaktım tam.'' Diyerek yerine oturdu adam ve masasının üzerindeki dosyaları kenara koyduktan sonra arkasına yaslandı. ''Şu getirilen gencin ağzını aradık biraz. Dediği gibi Çağla ile hiçbir alakası yok. Zarfı aldığı bölgedeki kamera kayıtlarını aldık hemen. Kayıtlarda zarfı veren adamdan başka kimse yoktu. Ama adam kim olduğunu teşhis edebildik en azından. Suç dosyası bayağı kabarık, önceden iki kez hapis de yatmış biri. Aradığımız kız nereden bulmuş nasıl bir ilişkisi var bu adamla henüz bilmesek de adam en son saat yirmi üçte bir benzinliğin kamera kayıtlarında görülmüş. Ondan sonrası yok.'' İkimiz de adamın dediklerini pür dikkat dinledikten sonra Uygar kendini olabildiğince sakin tutmak istercesine birkaç saniye gözlerini yumup bekledi.

''Adamı bulamaz mısınız?'' derken gözlerini açtı.

''O çevreye arama ekibi çoktan gönderildi. Birkaç iş yerinin kamera kayıtlarına daha bakılacak. Eğer onlardan da bir ipucu bulabilirsek adamı enselememiz an meselesi. Eminim Çağla ile hâlâ irtibat halindedir. Bu da bizi en kısa sürede sonuca ulaştıracaktır zaten.'' Duyduklarım içimde diz çökmüş olan umudumu ayağa kaldırır Uygar'a baktım. Tek görebildiğim gözlerinin kenarlarındaki çizgilere sinmiş öfke ve yorgunluktu.

Üçümüzün de sustuğu kısacık bir süre zarfında odanın kapısı tıklatıldı ve içeriye polis üniformalı orta yaşlı bir adam girdi. ''Komiserim aradığımız adamı az önce bulmuşlar. Şimdi anons geçildi, buraya getiriyorlarmış.'' Adamın dedikleri Uygar'ı hareketlendirirken komisere baktık. Gülümseyerek ''hadi gözünüz aydın'' dedi. O anda ne yapacağımı şaşırıp gülerek ayağa kalktım.

''Uygar duydun mu? Sana demiştim. Onu sağ salim bulacağız demiştim değil mi?'' Ben yerimde duramazken Uygar arkasına yaslanıp gözlerini kapadı ve derin, rahat bir nefes alıp ayağa kalktı. Hiçbir şey demeden sadece yüzüme bakıp ardından sarıldı.

''Gençler ben dışarıdayım. Siz burada bekleyin. Sorguyla bizzat ben ilgileneceğim zaten'' Komiser Zafer'in söylediklerini duyunca Uygar hızla kollarımın arasından çıktı. ''Ben de sizinle geliyorum'' diye söze girdi hemen.

''Senin burada kalman daha doğru olur oğlum. Biz hallederiz.''

''Olmaz'' diyerek çıkıştı hemen. Sonra bana dönüp ''sen burada bekle'' dedi. Bu sefer ben ''hayatta olmaz'' diyerek çıkıştım. ''Adamın sorgusu bile yapılmadan komaya girmesine göz yumamam'' diyince komiser ikimize de çaresizce baktı.

''İkinizi de nezarethaneye atmamı gerektirecek bir şey yapmayacaksanız benimle gelebilirsiniz.'' Adam şu an ne kadar imkânsız bir şey istediğinin farkında değildi. Uygar'ı tanımıyordu çünkü. Gelecek olan adamı gördüğü anda gözlerinin döneceğini, sorguyu dahi umursamadan adamı öldüresiye dövme girişiminde bulunacak kadar delireceğini bilmiyordu.

''Söz ver,'' dedim bu yüzden. ''Bana söz ver. Sakin kalacaksın. İşleri zora sokacak bir şey yapmayacaksın. Gizem için...'' Daha adamı görmeden burnundan solumaya başlamıştı. Yine de işin ucuna Gizem'i koyunca bir an durup ikimize baktı. Memnuniyetsiz, aksi bir şekilde ''tamam'' dedikten sonra hep birlikte dışarı çıktık. Ben kenardaki sandalyelerden birine otururken Uygar sırtını duvara yaslamış hiç hareket etmeden duruyordu. Az önce içeride tamam demiş olsa da içimde rahat durmayacağına dair bir his vardı. Gözü döndüğünde karşısında ne durabilirdi ki.

Birkaç dakika geçmişti ki iki polisin koluna girdiği bir adam görüş açımıza girdi. Arkalarından da Komiser Zafer geliyordu. Gözleri Uygar'ın üzerindeydi. O anda ne yazık ki beklediğim oldu ve Uygar adamların üzerine doğru atılıp biz daha ne olduğunu bile anlamadan aksi bakışlı adamın suratına yumruğunu indirdi.

''Uygar!'' diye bağırarak ayağa fırlasam da Uygar çoktan adama ikinci ve üçüncü yumruğunu atmıştı bile. Koluna olağan gücümle sarılıp onu durdurmaya çalışırken Komiser Zafer de aceleyle araya girdi.

''Evlat, buranın Emniyet olduğunu unutma!'' diye bağırdı. Uygar öfkeyle kolunu silkip benden kurtardı ve onu göğsünden iten ellerden uzaklaştı. ''En azından içimde kalmadı'' diyip soluk soluğa geri çekildi. Polisler adamı hızla uzaklaştırırken komiser de onları takip etti. Bu sefer ben öfkeli bakışlarımla izliyordum onu. Bakışlarımı sonradan fark edip ''ne?'' dedi. ''Bakma öyle, hâlâ sorguya girebilecek kadar sağ'' diyip kendini sandalyeye bıraktı. İçimden, en azından öfkesini bir iki yumrukla da olsa dışa vurdu diye düşünsem de ifademi değiştirmeden yerime oturdum. ''Bazen sana ne diyeceğimi gerçekten bilemiyorum, gerçekten...''

Yarım saatlik zorlu bir bekleyişin ardından nihayet Komiser Zafer'in bize doğru geldiğini gördük. İkram edilen kahveleri ikimiz de bir kenara koyarak ayağa kalktık. ''Sonuç?'' diye sordu Uygar direkt.

''Sonuç'' diyerek Uygar'ı tekrar eden komiserin ağzından çıkacak iyi birkaç kelimeye muhtaç şekilde gözlerimi kıstım.

''Adam da tam olarak nerede gizlendiklerini bilmiyormuş. İşlerini telefon aracılığıyla hallediyorlarmış. Ama...'' diyip duraksadı.

''Ama?'' yan yana dizdiği kelimeler felaket zinciri oluşturmaktan başka bir şey olmasa da yüzü bir anda güldü.

''Ama Gizem ve Çağla için iki sahte kimlik ve pasaport yaptırdığını, muhtemelen de bu sabah yurtdışına kaçacaklarını söyledi. Ayrıca sizin polisle işbirliği yaptığınızdan da haberi yok gibi görünüyor. Bu yüzden iki sivil polis ekibini birazdan havaalanına yönlendireceğim.''

''Şükürler olsun. Sonunda...'' Saatlerdir içimi kemiren huzursuzluğu bir kenara atıp rahat bir nefes alarak oturdum.

''Peki ya adam? Çağla adamı arayıp da ulaşamazsa şüphelenecektir.'' Adam yeniden gülümsedi ve elini Uygar'ın omzuna koydu. ''Anlaşılan şans bizden yana. Bugün size gelen zarftan sonra son kez konuşmuşlar. Çağla artık onu aramayacağını, onun da kendisini aramamasını ve hizmetinin karşılığını hesabına yatırdığını söylemiş. Yani adamın yokluğu sıkıntı çıkarmayacak.''

''Güzel. Duruma bakılırsa işimiz sandığımızdan kolay olacak.'' Sonunda Uygar'ın da içi rahatlarken telefonumu elime aldığım gibi bir köşeye geçip Emre'yi aradım. Heyecanımın izin verdiği kadarıyla durumu anlattığımda birazdan yanımızda olacaklarını söyleyip telefonu aceleyle suratıma kapattı.

''Buraya geliyorlar'' diyerek Uygar'ın yanına oturdum.

''Sabah havaalanına sadece ben gideceğim, şimdiden söylüyorum. Sonra sabah ısrar edip durma tamam mı?'' Ellerini göğsünde bağladıktan sonra omzunu omzuma yasladı. ''Diğerleri gelince de söyle. Gidip sakince Gizem'i alıp gelmek istiyorum.''

''Ya olmazsa?'' diyebildim. Ne demek istediğimi sorgular gibi gözlerime baktı. ''Yani... Ne bileyim işte, Çağla'nın yanında ya silah olursa? Ya dediğin gibi sakince alıp dönmek mümkün olmazsa?'' Bir an yüzünde öyle bir ifade belirdi ki sanki kafasının içinde döndürdüğü çarkın sesleri kulağımda uğuldadı.

''Umarım dediğin gibi yanında bir silah olur'' diyip başını soğuk duvara yaslayarak yutkundu. Ne geçiyordu aklından sahiden merak ediyordum. Böyle bir şeyi umması için aklını kaçırmış olması gerekiyordu. Çünkü bunun Gizem'i tehlikeye atmaktan başka bir şey olmadığını o da benim kadar biliyordu. Lehimize olacak ne görüyordu ki bunu umuyordu anlam verememiştim.

Birkaç gündür doğru düzgün dinlenemiyor olmaktan artık bedenimi taşıyamayacak hale geldiğimden başımı Uygar'ın omzuna yaslayıp gözlerimi kapamıştım. Belki on, belki de on beş dakika olmuştu ki birisi Uygar'a seslendi. Gözlerimi açıp baktığımda dördünün de bize doğru geldiğini gördüm.

''Ağabey var mı bir haber daha?''

''İki saate kadar havaalanına geçip beklemeye başlayacağız'' derken Emre'yle tokalaştı Uygar. Aslı hemen yanıma oturup sevincini yüzüne yansıtarak sarıldı. ''İçim nasıl rahatladı anlatamam'' dedi gülümseyerek. ''Sabah Gizem'i eve getirmiş olacağız.''

''İçimde bir sıkıntı var ama umarım dediğin gibi olur.''

''Ama düşünme öyle!'' diyerek suratını astı hemen. Elimde değildi. Gerçekten de nefes alışımı bile düzensizleştiren bir baskı vardı göğsümde. Yaşadığımız onca şeyden sonra bir sorun çıkacak diye endişelenmem çok anormal değildi aslında.

Yüzümün aldığı hâl onun da kaşlarını çatmasına neden olurken beni kendine çekip sarılmasına karşı koymadım. Başımı göğsüne yasladım ve saçlarımı okşamasına izin verdim. Yorulmuştum çünkü. Düşüncelerim beni yormuştu.

''Sabah Gizem'i sağ salim kurtarıp Çağla'yı da başımızdan def ettikten sonra sen, ben ve Gizem bizim Bodrum'daki yazlığa gidelim. Eminim kız kıza biraz kafa dinlemek üçümüze de iyi gelecektir.'' Söylediği şeyi hayal etmek bile yüzümü gülümsetirken başımı göğsünden kaldırmadan tamam anlamında salladım.

Bir süre daha öylece saçlarımı okşamasına izin verdim. O sırada Uygar ve diğerleri Komiser Zafer'in odasına gidip bir müddet dönmediler. İçeriden çıktıklarında ise hepsi suskun ve öfkeliydi.

''Bir sorun mu var? Ne konuştunuz içeride?'' Uygar bana baksa da diğer üçü dönüp birbirlerine baktı. Bir şeyler çevirdiklerini anlamamak için aptal olmak lazımdı.

''Sabah ne yapılacağı konusunda konuştuk Komiser Zafer'le. Bir sorun yok'' dese de Uygar, içime ister istemez bir kuşku düştü.

''Ne zaman gidiyoruz peki havaalanına?'' Aslı'nın sorusuyla birlikte Uygar'ın diğerlerine söylememi istediği şeyi hatırlayınca ondan önce ben atılıp ''biz havaalanına gitmiyoruz. Uygar tek başına gitmek istiyor'' dedim.

''Eğer arabada kalmaya söz verirseniz siz de gelebilirsiniz aslında. Gizem'in orada seni görmesi onun için iyi olabilir.'' O kadar kesin konuşmuşken şimdi böyle bir şey diyor olması... Sorgulamayacaktım. Eğer gerçekten bir plan yapıldıysa içeride buna sessiz kalarak uyum sağlayacaktım.

''Tamam, geliyoruz o zaman.''


Yapılan birkaç anons ve ayarlanan iki sivil polis ekibi ile sabaha karşı havaalanına doğru yola koyulduk. Beyler Uygar'ın arabasıyla gittiği için biz de Emre'nin arabası ile arkadan onları takip ediyorduk.
''Bize söylemedikleri bir şey var. Hepsini geçtim Doruk bakışlarıyla ele veriyordu kendini'' dedi Aslı. Dönüp yan tarafıma baktım. Sanki operasyonu kendi yönetecekmiş gibi saçlarını toplamıştı ve ceketinin fermuarını boğazına kadar çekmişti.

''Sence?'' diye sordu ceketinin kollarını dirseklerine kadar çekerken. ''İlla ki bir plan yapılması gerekiyor zaten. Ama nasıl bir plan onu da orada göreceğiz.'' Cevabımdan sonra sessiz kalıp yolun geri kalanında sadece oturdu. Havaalanının önüne geldiğimizde ise istemsizce dönüp birbirimize baktık. Tam o anda benim kapım açıldı ve Uygar içeri doğru eğildi.

''Ufaklık ilk ve son kez söylüyorum. Bu yüzden ikiniz de kulaklarınızı açıp beni iyi dinleyin.'' Ne diyeceğini biliyordum ama yine de gözlerinin içine bakmaya devam ettim.

''Ne olursa olsun arabadan adım dahi atmak yok tamam mı? İçeride kıyamet koptuğunu bile duysanız gelmek yok. Biz çıkana kadar sessizce bekleyin sizden tek isteğim bu.'' Bu konuda içimde kendime karşı bir güvensizlik seziyordum ama yine de tamam diyerek Uygar'ı gönderdik.

''Yalnız ben dayanamam o kadar süre beklemeye. Çok yanlış kişiden çok yanlış bir şey istedi az önce Uygar.'' Kulağım Aslı'nın dediklerinde olsa da camdan dışarıyı izliyordum. Hepsi bir araya gelmiş bir şeyler konuşuyordu. Bir ara Uygar hepsinden uzaklaşıp arabasına doğru gitti ve inerken beline bir şey sıkıştırdığını gördüm. Silahıydı bu. Yanında o kadar polis varken silahla güvenlik kontrolünden geçmenin sıkıntı olmayacağını biliyordu.

''Doğru ya'' dedim bir an kendi kendime. Çağla'nın güvenlik kontrolünden silahla geçmesi imkânsız olurdu. Bu yüzden silah ile buraya gelemezdi. Bunu daha yeni akıl edebiliyor olsam da içim biraz olsun rahatlamıştı.

''Bu zamana kadar Uygar'ın sözünden çıktığım her seferde başıma bir şeyler gelmiş olsa da bugün de sözümde durabileceğimi sanmıyorum.'' Küçük gruplar halinde içeri girerlerken arkalarından baktım.

''Özür dilerim Uygar Atahan...''



''Aşkım ne durumdasınız? Hâlâ ortalıklarda kimse yok mu?'' Aslı her beş dakikaya bir Doruk'u arayıp duruyordu. Bu altıncı arayışıydı. Ben Uygar'ı aramaya cesaret bile edemiyordum. Kafamın içinden tekrarladığım tek bir şey vardı o da yanına aldığı silahı kullanmasına gerek kalmadan Gizem'i kurtarabilmeleriydi. Bunları düşünürken yemekten tırnağım kalmadığını fark edip titrettiğim bacağımı durdurdum.

''Bu kadar sabrettiğim yeter. Ben içeri gidiyorum geliyor musun?'' O anda yedinci kez Doruk'u aramaya hazırlanıyordu ama dediklerimi duyunca aceleyle telefonunu cebine koydu.

''Çok kızacaklar'' dedi suçluluk yüzüne yayılırken. Ben de biliyordum öyle olacağını ama bekledikçe nabzım daha da yavaş atmaya başlıyordu.

''Tüm sorumluluğu alıyorum ben. Gel hadi!'' O ceketinin kapüşonunu takarken ben de yanıma aldığım güneş gözlüğünü taktım. Bir ayağım geri geri gitse de kendimizi aceleyle içeri attık. Hiçbiri görünürde yoktu. Birazdan burada bir film sahnesini aratmayacak şeyler yaşanacaktı beklide ama şu an için her şey çok normal görünüyordu.

''Eğer Çağla şu an buralardaysa ve bizi görürse her şeyi mahvetmiş oluruz biliyorsun değil mi?''

''Evet, biliyorum. O yüzden bir köşeye geçip bekleyelim.'' Tamam diye fısıldayıp bileğimden tuttu. Ben gergindim ama o daha çok korkuyor gibiydi. Bileğimdeki elinden titrediğini bile hissedebiliyordum.

Görüş açısı geniş bir yere geçtikten sonra oturup sessizce beklemeye başladık. Bir yandan kendimi kamufle edip diğer yandan etrafı kolaçan etmeye çalışırken bir çift göz ile göz göze geldim. Anında göğsümde bir yanma hissi oluşurken saniyeler içinde telefonum çaldı.

''Size arabadan çıkmayın demedim mi ben?'' Dişlerini sıkarak konuştuğunu şu an görüyor olmasam da kolayca anlayabilirdim. Zaten gergindi ve kızgınlığı ile birleşince sesi korkunç çıkıyordu.

''Yemin ederim bir şeye karışmayacağız. Sadece oturacağız. Arabada beklemeye dayanamadık bizi de anla.'' Bulunduğu yerden bir süre daha gözlerimin içine bakmaya devam etti.

''Oturduğunuz yerden kalkmayın. Gözüm üzerinizde'' diyip telefonu suratıma kapattı ve yanındaki adam ile birlikte görüş açımızdan çıktılar.

''Derin!''

''Ne oldu?'' diye sordum sesi şaşkın çıktığından. Bir cevap gelmeyince dönüp baktım. Gözlerini bir noktaya sabitlemiş hareket etmeden duruyordu.

''Yanlış görüyor olamam değil mi?'' Baktığı açıya bakıp kalabalığın içini taradığımda aynı noktada benim de gözlerim donup kaldı. Boyadığı siyah saçlarıyla, gözündeki gözlüğüyle farklı görünmeye çalışsa da Çağla'ydı bu. Yanında da elini sıkıca tuttuğu ve şapka takarak yüzünü gizlemeye çalıştığı Gizem vardı.

Bizi görmemesi için hemen solumuza doğru döndük. Hemen telefonumu çıkarıp Uygar'ı aradım. İlk çalışta açtı. ''Çağla burada'' diye fısıldadım. ''Girişten taraf saat üç yönünde ilerliyorlar. Saçları siyah ve gözünde güneş gözlüğü var.'' Tek nefeste bunları söylerken bir şey demesini bekledim ama telefonu öylece suratıma kapattı yine. Onları görmüş olmalıydı.

''Korkmaya başladım. Umarım bir sorun çıkmaz.''

''Umarım'' derken dönüp arkama baktım. Hızlı adımlarla yürümeye devam ediyorlardı. Aslında Çağla yürüyor, Gizem'i de yanında çekiştirerek götürüyor demek daha doğru olurdu. Bir süre pasaport işlemleriyle uğraştıktan sonra yeniden bizim olduğumuz tarafa doğru gelmeye başladılar. Ne yapacağımızı şaşırsak da yanımızda duran gazetelerden birer tane alıp açtık ve yüzümüzü kapamaya çalıştık. Bir ara eğilip baktığımda biraz önümüzde arkaları bize dönük bir vaziyette oturduklarını görünce gazeteyi indirdim.

''Bizi görmez, sakin ol'' diyince Aslı da indirdi.

''Daha neyi bekliyor bunlar? Neden yakalamıyorlar şu aşağılığı?'' Bir güvenlik görevlisinin Çağla'ya doğru yaklaştığını gördüğüm anda oturduğum yere sindim.
''Yaptıkları planın bir parçası olduğuna eminim. Hatta harekete geçtiler bile'' dememe kalmadan gözlerimle takip ettiğim güvenlik görevlisi eğilerek Çağla'ya bir şey söyledi. Çağla başını sağa sola salladıktan sonra adam bir kez daha eğildi ve bir şeyler daha söyledi. Tam o anda bizimle birlikte gelen ne kadar sivil polis varsa silahlarını çekerek ortaya çıkmaya başladı. O sırada Çağla durumu fark edip telaşla ayağa kalksa da artık çok geçti.

''Çağla Duran, kaldır ellerini! Buradan kaçışın yok. Etrafın sarıldı.'' Komiser Zafer tüm polislerin önüne çıkarken Uygar ve diğerleri de bir adım arkasındaydı.

''Ağabey!'' diye bağırdı o an Gizem. Sesini bile duyunca irkilmiştim. Panikleyip öne doğru bir adım atışını görsem de Çağla hızla kolundan tutup geriye doğru çekti onu ve hâlâ yanında duran güvenlik görevlisinin belindeki silaha atılıp karşısındaki polislere doğrulttu.

''Bu kadar kolay pes edeceğimi düşünmüyorsunuz değil mi? Başlattığım oyunu anca ben bitiririm'' diye bağırdı. Onun bağırışı etrafta panikle bağırıp koşuşturan insanların sesini bastırıyordu resmen.
Daha fazla olduğum yerde duramayıp Çağla'ya doğru yürümeye başladım. O beni henüz görmemişti ama karşısında duran kim varsa bana bakıyordu.

''Başladığın oyunu bitirmeye ne dersin? Şimdi, burada. Benimle...'' Öfkeyle bana dönüp baksa da yüzünde tiksindirici bir gülümseme belirdi.

''Bak sen!'' dedi geri önüne dönerken. Bir yandan da Gizem'i zapt etmeye çalışıyordu.

''Ben de kadroda eksik var diyecektim ki deliğinden çıkıp geldin.''

''Zırvalamayı kes! Bırak Gizem'i'' diye bağırdığımda gülmeye devam etti.

''İndir lan o elindeki silahı!'' Benim arkamdan Birkan öfkeyle bağırınca yüzündeki gülümseme soldu. Gözlerini Birkan'a sabitledi ve bir süre baktıktan sonra yanında tuttuğu Gizem'i sertçe önüne doğru çekip karşıya doğrulttuğu silahı şakağına doğru bastırdı.

''Bence gereksiz diyaloglar kurmak yerine önümüzden çekilip gitseniz iyi olur. Şayet uçağımı kaçırırsam illa ki birinizin canını yakarım.'' O ana kadar Uygar öfke kusan gözlerle ikisini izliyordu lakin bir anda beline sıkıştırdığı silahını çekti ve o da Çağla'ya doğrulttu.

''Gizem'in kılına zarar gelirse senin öldürürüm. Ve sen çok iyi biliyorsun ki yapamayacak birisi değilim ben.'' Komiser Zafer'in önüne doğru bir adım attığı sırada komiser elini Uygar'ın göğsüne koyarak onu durdurdu.

''Unuttuğun bir şey var Atahan. Ben Hakan gibi zaafları olan bir pislik değilim. Kendi çıkarım için yapamayacağım şey yok'' derken elindeki silahı Gizem'in şakağına biraz daha bastırdı ve horozunu indirdi.

''Ağabey!'' diye bir kez daha bağırdı Gizem ve ağlamaya başladı. Aklımdaki sesler atla üzerine diye bağırıyordu ama Gizem'i tehlikeye atmak istemiyordum. Bu muydu Uygar ve diğerlerinin yaptığı plan? Neresindeydi bunun plan? Biraz daha böyle giderse Çağla Gizem'e zarar verecekti.

''Madem buradan kaçmak için bir rehineye ihtiyacın var bırak Gizem'i beni al'' diye bağırdım.
''Derin saçmalama geri çekil!'' diye Uygar da arkamdan bağırdı. Sonra Gizem'in hıçkırıklarına karışan Çağla'nın kahkaha sesi oldu. Ona baktıkça gözümün önünde Hakan canlanıyordu. Sesindeki iğrenç tını, bakışları, sözleri... Onunla zaman geçirmekten ondan bir farkı kalmamıştı resmen.

''Romantik âşıklar sizi! Biraz daha böyle devam ederseniz ağlayacağım ama'' Dalga geçiyor oluşu Uygar'ın öfkesini biraz daha tetikleyince göğsündeki ele aldırmadan bir adım öne çıktı. Çağla da silahını ona doğru çevirince arkadaki polislerin hepsi bir adım daha yaklaştı.

''Kimseye bir zarar gelsin istemiyorsanız gitmemize izin verin.'' Uygar'dan gözlerimi alamıyordum. Sıktığı dişlerinden dolayı yüzü kaskatı kesilmişti. Ama birden ne olduysa oldu ve elindeki silahı indirip bir adım geriledi.

''Bırakın gitsinler'' dedi. Yanlış mı duydum acaba diye düşünürken Aslı'ya dönüp baktım. O da şaşkın bir halde Uygar'a bakıyordu.

''Uygar sen ne dediğinin farkında mısın? Yolun sonuna gelmişken pes mi edeceğiz böyle?'' diye bağırdı Birkan. O bağırmasaydı ben bağıracaktım ama yine de kendimi tutamadım.

''Öylece gitmelerine sen izin versem ben vermem.'' Çağla bile şaşırmıştı bir anda Uygar'ın böyle bir şey yapmasına.

''Ona zarar gelmesindense bir yerlerde sağ olduğunu bileyim yeter. Bırakın gitsinler.'' Polislerin hepsi Uygar'a bakıyordu. Kimse ne olduğunu anlamamış gibiydi. Acaba planladıkları şeyin bir parçası mı bu yoksa yaptıkları plandan mı vazgeçtiler diye düşünürken ''bırakın gitsinler!'' diye bağırdı. Böylelikle bütün polisler silahlarını indirip birkaç adım geriledi.

''Beni şaşırtıyorsun Uygar. Sonunda kafan mantıklı olarak çalışmaya başladı demek. Merak etme sana her ay Gizem'in fotoğrafını yollarım. Bu da benim sana son iyiliğim olsun.''

''Onun kılına bile zarar gelirse bu sefer seni gittiğin yerde bulurum ve öldürürüm duydun mu?''

''O benim de kardeşim, unutma. Ne zarar veririm ne de vermelerine izin veririm.'' Hâlâ içinde bulunduğumuz anın saçmalığının şokunu yaşasam da tek kelime edemiyordum. Bir de üzerine polisler ablukaya aldıkları Çağla ve Gizem'in önünü açmaya başlayınca Uygar'a baktım. Tepki dahi vermeden Gizem'e bakmaya devam etti. O sırada Gizem bağırarak ağlamaya devam ediyordu.

''Derin abla beni götürmesine izin verme. Ağabey beni bırakma'' diyerek ağlıyordu. Bunların bir planın parçası olması için dua ediyordum. Eğer dışarı kadar çıkmalarına göz yumarlarsa hiç kimseyi umursamadan arkalarından koşardım.

Çağla sağına soluna silahı doğrultarak ilerlemeye devam ederken Birkan ve Uygar'ın bir ara göz göze geldiğini gördüm. Ardından Uygar başıyla küçük bir işaret yaptı ve bunun üzerine Birkan ona doğru atıldı ve elindeki silahı kaptığı gibi Çağla'ya doğrulttu.

''Çağla!'' diye bağırdı. Tüm polisler çekilmişken Birkan'ın böyle atılmasını beklemediğinden telaşla dönüp baktı Çağla. Neye uğradığını şaşırmış bir halde o da silahını Birkan'a doğrulttu.

''Birkan beni mecbur bırakma'' dediğinde Birkan silahını indirdi. ''Bize bunu nasıl yaparsın?'' diye bağırıp tekrar doğrulttuğunda ise Çağla'nın silahı büyük bir gürültüyle patladı. Aslı'nın çığlıklarının arasına Uygar'ın ''Gizem buraya gel'' diye yükselen sesi karışırken. Birkan yere yığıldı. Tüm bu olanların hızına yetişemezken bir silah sesi daha yankılandı. Bu sefer Çağla acı ile çığlık atınca vurulanın o olduğunu gördüm. Birisi arkadan, sol omzundan vurmuştu. Yine de arkasını dönüp ateş etmeye çalıştığı anda bir el silah sesi daha duyuldu. Yine Çağla'ya ateş edilmişti.

Boş alanda yayılan silah seslerinden kulaklarım çınlamaya başlamıştı ki geriye doğru bir adım atıp yaşananlara geniş bir pencereden bakmaya başladım. Aslı'nın bayıldığını yeni fark ediyordum. Birkan biraz ilerimde hareketsiz bir şekilde yatıyordu ve biraz ilerimde Uygar Gizem'i kucağına almış onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Çağla... Sıkılan son kurşun sol göğsüne isabet ettiğinden Birkan'ın biraz ilerisinde yere yığılınca polisler üzeri doğru koşmaya başladı.

''Birkan'' diye fısıldarken kendime gelmeye çalışıp ona doğru koşmaya başladım. Neden Emre veya Doruk'un onun yanına gitmediğini anlamasam da ben koşmaya başlayınca onların da yöneldiğini gördüm.

''Birkan! Ambulans çağırın'' diye bağırdığımda kurşunun girdiği yere baktım. Karnından vurulmuştu ama tek damla kan yoktu.

''Birkan?'' dediğim sırada dişlerini sıktı. O sırada diğerleri de yanımıza gelmiş başımızda dikiliyorlardı.

''Öldürdüler mi?'' Gözlerini dahi açmadan sorduğu sorudan sonra başımı kaldırıp Emre ve Doruk'a baktım. ''Biz Uygar'ın yanındayız'' diyerek sessizce uzaklaştıklarında Birkan'ın gömleğini aralayıp altına baktım. Çelik yelek giydirilmişti. Planları buydu demek diye düşündüm. Uygar'ın elini bile sürmeden Çağla'yı öldürmekten bahsettiğinde kastettiği demek buydu dedim kendi kendime.

Dönüp Çağla'ya baktım. Hareketsiz bir halde yerde yatıyordu. ''Hareket etmiyor'' dediğimde hâlâ kapalı olan gözlerini açıp doğruldu.

''Kendini böyle bir tehlikeye attığına inanamıyorum. Hadi başına nişan alsaydı? O zaman ne yapardık biz?''

''Ama almadı'' diyerek arkamda kalan tarafa eğilip baktı. Bir süre gözlerini yerde yatan Çağla'dan alamadı. Her şeye bir zamanlar sevdiği kadındı o. Ama şimdi öldürülmesi için planlanan bu oyunda en zor görevi üstlenmiş sessizce onun gidişini izliyordu.

''Onca hayalimiz vardı. Şu geldiğimiz hale bak.'' Gözleri dolduğu halde gülümsedi. ''Tırnağına zarar gelse benim canım yanardı ama şimdi orada can çekişiyor ve bu benim yüzümden.'' Dönüp arkama bakmaya dahi cesaret edemiyordum. Birkan'dan gözlerimi ayıramıyordum.

''Derin'' dedi bir anda. Gözyaşları sessizce akıyordu.

''Efendim'' diye titreyen bir sesle fısıldarken arkaya bakmayı bırakıp bana baktı.

''Neden ona baktıkça canım yanıyor? Bunca yaptığı şeye rağmen...'' Çünkü hâlâ onu seviyorsun diyemediğimden yavaşça boynuna sarıldım. Bunla birlikte içinde biriken ne varsa hıçkırıklarına karıştı. Küçük bir çocuk gibi kollarımın arasında büzülürken sessizce gözyaşlarına eşlik ettim. Kulaklarım etraftaki kargaşaya sağırlaşırken bir ara gözlerim ileride oturmuş bizi izleyen Emre, Doruk ve Uygar'a takıldı. Aslı biraz ilerilerinde kucağındaki Gizem'i sakinleştirirken üçü sanki Birkan'a içini boşaltması için izin vermiş gibi sessizce bize bakıyordu. Keşke dedim o anda. Keşke bunu yapmak için Birkan'ı seçmeselerdi. En azından ölene kadar kendini sorumlu tutacağı bir şey olmazdı. Her şeye rağmen içten içe sevdiği kadının ölümünü atlatmak onun için şimdi daha zor olacaktı.

''Hadi gel, bizi bekliyorlar. Gidip elini yüzünü yıkayalım.'' Kollarımın arasından başını kaldırıp gözlerime baktı. Yeşil gözleri ağlamaktan en koyu tonuna dönüşmüştü. Sarışın olduğundan yüzü kıpkırmızıydı. İlk önce ben ayağa kalktım ve ona da kalkması için yardım ettim. O sırada Emre ve Doruk koşarak yanımıza geldi.

''İyiyim ben. Gidelim hadi'' diyerek diğerlerinin konuşmasına fırsat vermeden önden yürümeye başladı. İkisi Birkan'ın arkasından giderken son kez dönüp arkama baktım. Çağla'yı sedyeye koymuş götürüyorlardı. Bitmişti işte. Yaşadığı sürece yolumuza hep bir engel olacağını bildiğimiz son insan da bir şekilde çıkmıştı hayatımızdan. Üzerimizde gezinen son yağmur bulutu yerini güneşli günlere bırakmış mıydı orası bilinmezdi ama Çağla da yoktu artık. Bomboş hissediyordum bu yüzden. Mücadele, korku, öfke ve intikam hırsı ile geçen onlarca aydan sonra şu anın varlığına inanamıyordum.

''Bitti artık, inanabilirsin'' Bakışlarım yaşadığım iç karmaşasını ele veriyor olacak ki Uygar bunları diyerek bana doğru gelmişti.

''Gizem'in kurtulduğuna dahi sevinemiyorum. Hatta şu an hiçbir şey hissetmiyorum.''

''Geçti. Bunu da atlattık. Geriye sadece kendimizi iyileştirmek kaldı. Bunu da zamanla yapacağız merak etme,'' diyerek sarıldı. Öyle bir haldeydim ki kollarımı kaldırıp sarılmasına karşılık bile veremiyordum.

''Hadi,'' dediğinde ilk önce dönüp Gizem'e baktım. Aslı'nın kucağında hâlâ ağlıyordu. Uygar'a hiçbir şey demeden onlara doğru yürümeye başladığımda yavaşça adımlarımı takip etmeye başladı.

''Gizem?'' Fısıltım ağıtını birkaç saniyeliğine durdururken göz göze geldiğimiz anda yeniden ağlamaya başlayıp Aslı'nın kucağından inerek gelip sarıldı. Bu sefer bunu nasıl atlatacaktı merak ediyordum. Çağla'yı öğrenmesinden kat be kat daha ağırdı bugün yaşanılanlar ve onu derinden sarstığı gözle de görülüyordu.

''Geçti tatlım. Buradayız, yanındayız. Ağlama.'' Ne desem de ağlamayı bırakmayacağa benziyordu. Uygar da bunu anlamış olacak ki eğilip Gizem'i kucağına aldı ve bize de gelmemizi söyledikten sonra önden yürümeye başladı. Sessizce onu takip edip dışarı çıktığımızda duraksadım. Bir yandan ambulansın sesi diğer yanda polis arabalarının sesi, hepsi bir yana dışarıya kaçıp bekleyen insanların kalabalığı ve gürültüsü... Kıyamet saniyeler içinde kopacakmış gibi hissettiriyordu her şey. Ama düşünecek olursak asıl kıyamet az önce içeride son bulmuştu.

''Derin sen benim arabanın direksiyonuna geç'' diyerek Emre'nin yanına doğru yürümeye başladı.

''Emre siz de senin arabayla gelin. Hadi, bir an önce halledelim şu işi bitsin'' diye seslendikten sonra birkaç dakika Birkan ile bir şeyler konuşup geldi ve Gizem'i sarsmadan yanımdaki koltuğa oturdu. Neyse ki Gizem kucağında ağlamaktan yorgun düşüp susmuştu.

''Uygar'' diyip doğru döndüğüm sırada ''sonra'' dedi. ''Nedenini, nasılını sonra konuşalım. Şimdilik boş ver.''

''Tamam.'' Sessizce arabayı çalıştırdığım sırada dönüp bir kez daha baktım yüzüne. Bir eliyle sıkıca belini tutarken diğer eliyle saçlarını okşuyordu Gizem'in. Sonra gözlerini kapadı ve kokusunu içine çektikten sonra saçlarından öptü. O gözlerini açmadan önüme dönüp polis araçlarının arkasından ilerlemeye başladım.

Hepimiz yeniden şekillenen hayatlarımızın ilk dakikalarını yaşıyorduk şu anda. Üzerini çizip çevirdiğimiz kaçıncı sayfaydı bu sayamamıştım ama yine yeni bir sayfanın başındaydık işte. Bir önceki sayfaya yazılanların izi bu sayfanın üzerinde olacak olsa da korkmuyordum. Bizi birbirimize daha da kenetleyen şey bir felaket olsa da bugünden itibaren her türlü zorluğu birlikte göğüsleyip aşabileceğimizi görmüştüm. Birbiri için elini taşın altına koymaktan çekinmeyen arkadaşlardan çok kocaman bir ailem olduğunu bugün bir kez daha anlamıştım. Şanslıydım. Her şeye, yaşadığım tüm talihsizliklere rağmen şanslıydım. Bunca yaşanılanlar olmasaydı onlar da olmayacaktı biliyordum. Bu yüzden her kötülüğün ardında gizlenen bir iyiliğin olma ihtimalini asla unutmamam gerektiğinin şimdi daha çok farkındaydım. Tıpkı yaşadıkça her zaman bir ümidin var olduğunun farkına vardığım gibi...

Selam canlar! Bu sefer bölüm sonuna yazmak istedim. Bölüm gecikmesi için affınıza sığınıyorum. Tatilimin bu kadar uzun süreceğini bilmediğimden laptopumu yanıma almamıştım. Eve döner dönmez yazmaya başladım anca bugüne yetişti. Aceleyle yazdım yazım hataları olduysa affola. Diğer bölümü de arayı açmadan yazmaya çalışacağım... O zamannn diğer bölümde görüşmek üzere, seviliyorsunuz.

GÖLGE - VADEHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin